Martin Scorsese
tarafından yönetilen Göklerin Hakimi filmi, dünyanın en zengin
insanlarından biri olarak bilinen, iş insanı, pilot ve film yapımcısı olan ünlü
Howard Hughes’ın hayatına ışık tutar. Filmin ilk sahnesinde, annenin içeri
gelmesiyle hafif aydınlanan bir odada, yıkanmak için bekleyen bir çocuk
görürüz. Daha karakterin tanıtılmadığı bu sahne ile birlikte, anne figürünün
karakter üzerinde nasıl büyük bir etkisi olduğu ve tüm karanlık dünyasının
içinde, tek ışığının annesi olduğu bize açıkça gösterilmiş olur. Kutudan siyah
bir sabun çıkaran anne, oğluna “Karantina” kelimesinin harflerini tek tek
söyletir. Sonraysa, tifo, kolera gibi hastalıkların ona neler yapacağını bilip
bilmediğini sorsa da oğlu zaten biliyordur bunları. Böylelikle bu giriş
sahnesi, izleyici olarak bize, muhtemelen bir temizlik hastası olan annenin,
oğluyla olan ilişkisine tutulan güzel bir ışıktır.
Bu sahneden sonra
birden 1927 yılındaki bir film setine gideriz. Ailesi öldükten sonra onların
tüm mal varlığı kendisine geçen filmin yönetmeni Howard Hughes, aklındaki
“climax” sahnesi için imkansızın yapılmasını ister. Buradan da yirmi iki
yaşında bir genç olan Howard’ın ne yaptığını bilen, o kesin tavrını rahatlıkla
görebiliriz. 1930 yılında vizyona girmiş olup, sinematografi alanında Akademi
Ödüllerine aday gösterilen Hell’s Angels filminin ilk senesi için
gösterilen, tüm uçakların bir kuş sürüsü gibi havalandığı sahne, bende direkt
olarak filmde gördüğümüz her şeyin, her bir detayın, bir uçağın havalanması
misali geçici ama seyir zevki muhteşem şeyler olacağı izlenimini ortaya
çıkardı.
Bu anın ardından,
1927 yılında Boston eyaletinde açılmış, prömiyerlerin de yapıldığı bir gece
kulübü olan “Cocoanut Grove” adlı bir mekana gideriz. İşin ilginç tarafıysa,
güzel bir gece kulübüne gelen Howard’ın, sadece kapağı üstünde olan bir şişe
süt istemesidir. Sütün, gerek beyaz yapısını, gerek bebeklerin tüketebileceği
en besleyici şey olmasını hesaba katarsak, temizliği ve saflığı temsil ettiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda baktığımızda, temizlik konusunda
takıntılı bir anneye sahip olan Howard için, sabunla yıkayıp temizleyemediği
tek şey olan vücudunu steril hale getirmesinin tek yolunu süt içmektir. Bu
sembol, No Country for Old Man ve A Clock Work at Orange filmlerindeki,
Alex ve Anton Chigurh karakterlerinde de görünür. Zira bu kötü iki ismin, yaptıkları
her suçun ağırlığından ve öldürdükleri her insanın kanından temizlenmek için
süt tükettikleri aşikardır. Ayrıca Howard’ın kapağı açılmadan getirilmesini
istemesi de izleyiciye verilen “Geliyor temizlik hastası bir deli” mesajından
başka bir şey değildir.
Hell’s Angels filminin tam bittiği ve bunun için bir partinin
düzenlendiği sırada, zaten çok fazla para harcanmış olmasına rağmen yeni bir
fikirle gelir Howard, tüm filmi baştan çekip sesli hale getirmelilerdi. Bunun
için tam olarak bir milyon yedi yüz bin dolara ihtiyaçları olduğunu söyleyen
karakterimiz, bu düşüncesiyle partide filmin isminin, buzdan yapılmış bir
heykele yazılmasına da anlam yüklemiş olur. Sonuçta, buz en ufak sıcaklıkta
eriyip kaybolacak ve geriye yerinde duramadan akıp giden bir sıvı kalacaktır.
Bir diğer deyişle, şu an kutlanılan filmin ömrü, en ufak sıcaklıkta eriyecek
bir buzun ömrü kadardır.
Üçüncü yılda filmini
gerçekten bitirip kurgusuna başlayan ekip çalışırken, arkadan spikerlerin haber
sunmalarına benzer bir konuşma duyarız. “Yeter artık Mr. Hughes. Bu epik
filmini izleyebilecek miyiz acaba?” Burada benim aklıma takılan şey, bu sesin
gerçekte kime ait olduğudur. Sadece spikerin konuşması olduğunu düşünmek biraz
haksızlık oluyor açıkçası. Sonuçta, bize bir haber kanalı ya da konuşmacı
gösterilmiyor. O zaman, biz bu sözlerin, Howard karakterinin iç sesi olduğunu
da rahatlıkla söyleyebiliriz. Düşünsenize, temizlik hastası olan annesine, bir
gün en zengin insanlardan biri olacağını söyleyen bir çocuk, gençlik çağına
geldiğinde üç milyon dokuz yüz elli bin dolarını tek bir filme harcıyor. Belki
de bu söylemle birlikte, kendi içindeki mükemmeliyetçi olmayan ve acımasız
yönünün yanı sıra ona, kendini sıkmadan hayatını geçirebileceğini söylemek
isteyen bir iç sesten başka bir şey değildir.
Kurgu bitip gala günü
geldiğinde, Howard’ın kalabalıktan olduğu gibi, yüzüne patlayan flaş ışıklarından
da fazlaca rahatsız olduğu açıkça görünür. Peki neden? Flaş gibi güçlü beyaz
ışıklar, etrafı aydınlatırken, aynı zamanda insanın içinde hapsettiği ve
görmekten kaçındığı gerçekleri de gün yüzüne çıkarabilir. Özellikle beyaz ışık,
aydınlanma, gerçekleri fark etme, kendine tamamen gelme gibi durumları anlatmak
için kullanılır. Zaten Split ve Glass filmlerinde de, James
McAvoy tarafından canlandırılan, yirmi üç farklı kişiliğe sahip olan karakter
için, her şeyi karmaşıklaştıran iki şey vardı; gerçek kişiliğin söylenmesi ve
kuvvetli beyaz ışık. İkisi de olduğunda karanlıkta kalan diğer yirmi iki
kişilik ışığa çıkmak ister ve tüm sistem bozulur. Yani, Howard’ın da içinde
sakladığı ve daha sonrasında sevdiği kadına da ilerde itiraf edeceği gibi,
kendisi bazen gerçek olmayan şeyler hayal eden ve yine bazen bu durumun onu,
çıldırtabileceğini düşünen biridir. Zaten bu yüzden de Kate ona, kör bir halde
uçak kullanamaya başladığında, her şeyi kendisine bırakmasını söyler. Yani, bu
ışıkla birlikte Howard’ın, aslında tüm bu saklı şeyleri görmüş olması ve bundan
dolayı kendini rahatsız hissetmesi çok olağandır.
Filmin galasından
sonra, uçakla denize inen Howard, 1907 doğumlu, 60 yıldan fazla Hollywood’un
baş kadın oyuncularından olan Katharine Hepburn ile golf oynamaya gider. Golf
sahası yer yer yeşilken bazı yerleri sararmıştır. İkilinin burada oynadığını hesaba
katarsak, ilişkilerinin ömrünün çok da uzun olmayacağı rahatlıkla çıkarılabilir.
Cocoanut Grove’a baş başa güzel bir yemek için gitseler de, Johnny Meyer ve
Errol Flynn izinsiz şekilde yanlarına gelerek onları rahatsız eder. Fakat
Howard için iplerin koptuğu nokta her zaman aldığı bifteğin yanında duran on
iki bezelyesinden birinin Flynn tarafından alınması olur. Burada Howard’ın
obsesif kompülsif bozukluğa benzer bir rahatsızlığı olduğu açıkça görünür. Bu
iki davetsiz misafirden rahatsız olan Kate ve Howard, buldukları ilk fırsatta
oradan kaçarak bir uçağa binerler. Tabii ki pilot Howard’ın kendisidir. Bu
yolculuk sırasında, tüm karanlığın arasında bir ışık Kate’in yüzünü aydınlatır.
Filmin daha ilk başında annesinin, Howard’ın hayatındaki ışık olduğunu
söylemiştik. Buradaysa, o ışığın kaynağı değişerek Kate olur. Tam bunu gördüğümüzde
Howard, lövyeyi uçaklar konusunda hiçbir şey bilmeyen Kate’e verir ve kendisi
bir şişe süt alıp içmeye başlar. Burada en önemli noktalardan bir tanesi içtiği
şişeyi kadına da uzatması ve Kate bir yudum aldıktan sonra, kendisinin içmeye
devam etmesidir. Yani temizlik konusunda takıntısı olan bir adamın bir
başkasının içtiği şişeden süt içmesi çok ilginç olmakla birlikte, tamamen
Howard’ın Kate’e karşı hissettiği yoğun duygularla ilgilidir. Tüm geceyi
gökyüzünde geçiren ikilimiz, güneş doğarken uçağı yere indirir. Gün doğumunun,
yeni başlangıçların ve umudun sembolü olduğunu düşünürsek, Kate ve Howard arasındaki
ilişkinin de başlayacağı güzel bir şekilde bize aktarılmış olur.
Howard, bir dünya
rekorunu kırarak New York’tan kalkış yapıp tekrar aynı yere dört gün içinde gelir.
Bunun üzerine Pan Am Hava Yolları’nın başkanı Juan Trippe, bana bir çocuk
odasını andıran, içerisinde yıldızlar ve farklı ülkelerin zamanını gösteren
saatlerin olduğu bir odada, TWA şirketini satın alan Howard’ın dinlenilmesini
ister. Büyük ihtimalle olgunluktan uzak dekorasyondan dolayı, bende bu
karakterin çok büyük başarılar yakalayamayacağı izlenimi oluştu. Zaten filmde
de kısa bir süre haricinde liderliği hep TWA götürüyordu.
On sekiz ay süren
Kate ve Howard aşkının yıkılması da karakterimizin, birçok partiye farklı
kadınlarla gitmesinden ve film yıldızını pek de dinlememesinden meydana gelir.
Böyle bir buhran içinde olan Kate için her şey, çalıştığı film setinde bir
oyuncudan kırmızı elma alıp onu yemesiyle değişir (videoda 2.24 ile 3.00 arası).
Kırmızı elma imgesi, hepimizin bildiği gibi bilgi ağacının yasaklı meyvesidir
ve ilk günahı temsil eder. Bundan olacak ki genelde elmayı yiyen kişinin bir
aydınlanma yaşamasını bekleriz. Kate için bu bilgilenme, Howard’a olan duygularının
başkasına geçmesidir. Tabii ki bu kişi de, ona bu fırsatı sunmuş olan Spencer
Tracy idir. Bunun ardından, yasaklı meyveyi yedikten sonra öğrendiklerini Howard’a
söylediğinde, karakterimiz verdiği agresif cevaplarının yanı sıra, o gittikten
sonra tüm kıyafetlerini evin içinde yakar. Bunun bir nevi tekrar doğuş olduğunu
söyleyebilirim. Sonuçta filmin başında banyo yapan çocukla şimdi kıyafetlerini
yakan adam aynı şekilde dururlar odada.
Howard, uçakların imal
edildiği yerde testleri yapıp kararları verirken, kirden koyu sarıya dönmüş
uzun tırnaklara sahip bir hizmetlinin ona baktığını görür ve aklına gelen ilk
şey ise bu pis ellerin uçağın her yerine değme düşüncesi olur. Onun kovulmasını
istedikten sonra Odie’ye “bana tüm planları göster” cümlesini dile getirir ama
sonu gelmez. Bitmez tükenmez şekilde devamlı bu cümleyi kuran Howard, arabasına
gider ve kendine hakim olduktan sonra ilk söylediği şey “Karantina”
kelimesidir. Birkaç sefer denedikten sonra harfleri teker teker söylediğinde, yüzü
şimşek ile aydınlanır. Daha önce de bahsettiğim güçlü beyaz ışık yine görevini
yapmış ama bu sefer olumlu bir etki oluşturup karakterimizi normale
döndürmüştür.
7 Temmuz 1946 tarihinde,
XF 11 adlı Howard’ın, Amerikan ordusu için yaptığı casus uçağın denemesi
yapılır. Her zamanki gibi uçağı ilk kullanan kişi uçak sektöründe ciddi şekilde
nam salmış olan ana karakterimizden başkası değildir. Lakin bu sefer tam uçuşu
bitirip geri döneceği anda çıkan bir sorundan dolayı uçak düşer ve Howard,
vücudunun yüzde yetmiş sekizi yanmış, dokuz kaburga kemiği, burnu, çenesi,
yanağı ve sol dizi parçalanmış halde tedavi görmeye başlar. Howard’ın
durumundan ve düşen uçaktan dolayı TWA şirketinin uçma izninin kaldırılmasını fırsat
bilen Juan, senatör arkadaşı Owen Brewster ile konuşarak Howard’ın evine FBI
ajanlarını doldurur. 10 gün süren soruşturma ile birlikte karakterimizin tüm
evi ve iş yeri pislik içinde kalır. Aslında bu olay, uçak sektöründe devleşen
bir adamın ayağını kaydırmak ve bitirmek adına, Howard’ın, “tragic flaw” olarak
bilinen yıkılışına sebep olabilecek kusurunun, temizlik takıntısı olduğu
bilinmesinden dolayı atılan acımasız bir adımdır.
Owen, 12 Şubat 1947
tarihinde Howard’ı, onunla konuşmak için evine çağırır. Yemeğe kadar sohbet
edip bekledikleri odada bir lamanın küçük bir kız tarafından tasma benzeri bir
iple tutulduğu bir resim hakkında konuşmaya başlarlar. Bu resim Peru’dan
alınmıştır. Peki nedir buradaki önem? Lamaların tükürükleri meşhurdur ve biz de
bu durumu Owen’ın Howard’ı suçlamasına bağlayarak senatörün, bir nevi onun
sahibi olan Juan’a bağlı olarak karakterimize çamur yerine tükürük atmasına
bağlayabiliriz. Yani aslında bu resim, Owen ve Juan arasındaki özellikle maddi
ve koltuk korumak adına ortaya çıkmış olan ilişkinin metaforudur. Senatör
kendisini baştaki kişi olarak görse de tek yaptığı bu resimdeki gibi ondan
küçük “sahibinin” dediklerini yapmaktır. Yemeğe gelirsek de, bu sofradaki her
bir ayrıntının daha önceki ajanlar kısmındaki gibi, Howard’ı rahatsız etmek
adına yapıldığı aşikardır. Zaten, misafirin kullanacağı su bardağına kendi parmak
izini çıkaran kişi de Owen’dan başkası değildir. Bunu yapmasının sebebi ise,
uçak sektöründe önemli bir yere sahip olan TWA şirketinin Pan Am’e satılmasını
istemesidir. Howard bunu yaptığı takdirde, toplum ve kameralar önünde bir
duruşmaya çıkmak zorunda kalmayacak ve devletin parasını kullanarak orduya yapacağı
uçağı teslim etmemesi gibi tüm suçlamalar düşürülecektir ama tabii ki de
karakterimiz bunu kabul etmez.
Bu konuşmanın
ardından kendini daha önce filmleri izleyip kurguyu kontrol ettiği odaya
kapayarak, önce Owen’ın ona karşı olan suçlamalarını izleyip sonrasında çölü
anlatan bir program açar. Tam bu esnada çölleri sevdiğini çünkü onların temiz
olduğunu söyler Howard. Burada şu dikkatimi çekti ki engel ve bariyerleri
temsil eden çöl kavramında en çok bulunan şey, havada savrulup duran toz
zerreleridir. Lakin, karakterimiz bu tozların tek birine bile dayanamaz. Bu
sahne, ironik olmasının yanı sıra aynı zamanda yavaş yavaş “kör şekilde uçak
kullanacağının” habercisidir. Bu vakitte yanında olacağını söyleyen Kate,
sözünü tutup gelse de bir şey yapamaz ve kısa bir süre içinde bu oda,
karıncaların yerde duran sandviçin etrafında dolanıp durduğu bir yere dönüşür.
Bunun anlamı ise normalde en ufak bir toza bile dayanamayan Howard için artık
bir ruhsal dengeden bahsedemeyecek olmamızdır. Dahası, kendince “Karantina”
dediği bu yerde, daha önce işten kovdurttuğu hizmetlinin o uzun ve pis
tırnakları gibi olmuştur kendisininkiler de. Bu durum Juan ile yaptığı “iş
görüşmesine” kadar devam eder. O gün şirketini asla ona satmayacağını söyleyip
odada gösterilen savaş filmi bittiğinde, kendi iç savaşını da kazanan Howard,
kendi isteğiyle odadan çıkar ve kendine çeki düzen vermesi için Ava’yı yanına
çağırır. Ava’nın attırdığı her bir adımda daha iyi olur olan karakterimiz, iş
bittikten sonra kendisiyle birlikte tüm ışığı da alıp giden kadından sonra
sadece karanlık da kalmayıp aynı zamanda, üçüncü ışık kaynağı da kaybeder.
Howard çıktığı senato
duruşmasında istediği izlenimi ortaya çıkarıp daha önce öneminden bahsettiğimiz
lama tablosuyla, Owen’ın, aslında Juan için çalışan biri olduğunu, tüm kamuya
duyurmuş olur. bu duruşmanın gerçek kayıtlarından da bir kesiti bırakıyorum
aşağıya. Birkaç duruşmanın ardından temize çıkan karakterimiz, altmış yedi
metre boyunda ve beş katlı bir binadan daha yüksek olan sekiz motora sahip
“Hercules” olarak bilinen uçağın pilotu olur ve ilk denemeyi başlatırlar.
Başarılı bir uçuşun
ardından yapılan kutlamada gerilen Howard, yine aynı cümleyi tekrarlamaya
başlar. Tam bu sırada aynada kendi küçüklüğünü görür; annesine, bir gün büyük
uçaklar yapacağını, filmler çekeceğini ve dünyanın en zengin adamı olacağını
söyler. Bunun ardından da kameraya, bir diğer deyişle yetişkin haline bakar ve
Howard tekrarladığı “Geleceğe açılan yol” cümlesini bu sefer kendinden emin ve
yavaşça söyleyerek herkese, annesine verdiği sözü tutacağını, bu işi
bırakmayacağını ve ömrünün sonuna kadar devam edeceğini göstermiş olur. Film bu
sahnede bitse de, Howard’ın hayatını araştırdığımda, ölümünün bir uçakta gerçekleştiğini
gördüm. Yani, “The Spruce Goose” (Ladin Kazı) lakabına sahip olan Howard
Hughes, sözünü yerine getirip ölümüne kadar işlerine devam etmiştir.
Sonuç olarak, The Aviator
(Göklerin Hakimi) filmi, Howard Hughes’un yalnız, pilotluğuna ve iş
insanlığına takılı kalmamış, beyninin derinliklerine girerken aynı zamanda tüm
detayları sembollerle taçlandırmış, seyir zevki muhteşem, Leonardo DiCaprio, Cate
Blanchett, Alan Alda ve Kate Beckinsale gibi oyuncuların harikalar oluşturduğu
bir biyografi filmi olmuş. Bir diğer deyişle, The Aviator bence çoğu
biyografi filmini sollayarak çok iyi işler çıkarmış bir eser olarak çıkıyor
karşımıza. Bir sonraki incelemeye kadar hoş kalın, hoşça kalın.
Esma Nur Koçak
Yorumlar
Yorum Gönder