Hakimiyetin Hikayesi: “The Aviator (Göklerin Hakimi)” (2004) İncelemesi

 


Martin Scorsese tarafından yönetilen Göklerin Hakimi filmi, dünyanın en zengin insanlarından biri olarak bilinen, iş insanı, pilot ve film yapımcısı olan ünlü Howard Hughes’ın hayatına ışık tutar. Filmin ilk sahnesinde, annenin içeri gelmesiyle hafif aydınlanan bir odada, yıkanmak için bekleyen bir çocuk görürüz. Daha karakterin tanıtılmadığı bu sahne ile birlikte, anne figürünün karakter üzerinde nasıl büyük bir etkisi olduğu ve tüm karanlık dünyasının içinde, tek ışığının annesi olduğu bize açıkça gösterilmiş olur. Kutudan siyah bir sabun çıkaran anne, oğluna “Karantina” kelimesinin harflerini tek tek söyletir. Sonraysa, tifo, kolera gibi hastalıkların ona neler yapacağını bilip bilmediğini sorsa da oğlu zaten biliyordur bunları. Böylelikle bu giriş sahnesi, izleyici olarak bize, muhtemelen bir temizlik hastası olan annenin, oğluyla olan ilişkisine tutulan güzel bir ışıktır.


Bu sahneden sonra birden 1927 yılındaki bir film setine gideriz. Ailesi öldükten sonra onların tüm mal varlığı kendisine geçen filmin yönetmeni Howard Hughes, aklındaki “climax” sahnesi için imkansızın yapılmasını ister. Buradan da yirmi iki yaşında bir genç olan Howard’ın ne yaptığını bilen, o kesin tavrını rahatlıkla görebiliriz. 1930 yılında vizyona girmiş olup, sinematografi alanında Akademi Ödüllerine aday gösterilen Hell’s Angels filminin ilk senesi için gösterilen, tüm uçakların bir kuş sürüsü gibi havalandığı sahne, bende direkt olarak filmde gördüğümüz her şeyin, her bir detayın, bir uçağın havalanması misali geçici ama seyir zevki muhteşem şeyler olacağı izlenimini ortaya çıkardı.



Bu anın ardından, 1927 yılında Boston eyaletinde açılmış, prömiyerlerin de yapıldığı bir gece kulübü olan “Cocoanut Grove” adlı bir mekana gideriz. İşin ilginç tarafıysa, güzel bir gece kulübüne gelen Howard’ın, sadece kapağı üstünde olan bir şişe süt istemesidir. Sütün, gerek beyaz yapısını, gerek bebeklerin tüketebileceği en besleyici şey olmasını hesaba katarsak, temizliği ve saflığı temsil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda baktığımızda, temizlik konusunda takıntılı bir anneye sahip olan Howard için, sabunla yıkayıp temizleyemediği tek şey olan vücudunu steril hale getirmesinin tek yolunu süt içmektir. Bu sembol, No Country for Old Man ve A Clock Work at Orange filmlerindeki, Alex ve Anton Chigurh karakterlerinde de görünür. Zira bu kötü iki ismin, yaptıkları her suçun ağırlığından ve öldürdükleri her insanın kanından temizlenmek için süt tükettikleri aşikardır. Ayrıca Howard’ın kapağı açılmadan getirilmesini istemesi de izleyiciye verilen “Geliyor temizlik hastası bir deli” mesajından başka bir şey değildir.



Hell’s Angels filminin tam bittiği ve bunun için bir partinin düzenlendiği sırada, zaten çok fazla para harcanmış olmasına rağmen yeni bir fikirle gelir Howard, tüm filmi baştan çekip sesli hale getirmelilerdi. Bunun için tam olarak bir milyon yedi yüz bin dolara ihtiyaçları olduğunu söyleyen karakterimiz, bu düşüncesiyle partide filmin isminin, buzdan yapılmış bir heykele yazılmasına da anlam yüklemiş olur. Sonuçta, buz en ufak sıcaklıkta eriyip kaybolacak ve geriye yerinde duramadan akıp giden bir sıvı kalacaktır. Bir diğer deyişle, şu an kutlanılan filmin ömrü, en ufak sıcaklıkta eriyecek bir buzun ömrü kadardır.

Üçüncü yılda filmini gerçekten bitirip kurgusuna başlayan ekip çalışırken, arkadan spikerlerin haber sunmalarına benzer bir konuşma duyarız. “Yeter artık Mr. Hughes. Bu epik filmini izleyebilecek miyiz acaba?” Burada benim aklıma takılan şey, bu sesin gerçekte kime ait olduğudur. Sadece spikerin konuşması olduğunu düşünmek biraz haksızlık oluyor açıkçası. Sonuçta, bize bir haber kanalı ya da konuşmacı gösterilmiyor. O zaman, biz bu sözlerin, Howard karakterinin iç sesi olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Düşünsenize, temizlik hastası olan annesine, bir gün en zengin insanlardan biri olacağını söyleyen bir çocuk, gençlik çağına geldiğinde üç milyon dokuz yüz elli bin dolarını tek bir filme harcıyor. Belki de bu söylemle birlikte, kendi içindeki mükemmeliyetçi olmayan ve acımasız yönünün yanı sıra ona, kendini sıkmadan hayatını geçirebileceğini söylemek isteyen bir iç sesten başka bir şey değildir.

Kurgu bitip gala günü geldiğinde, Howard’ın kalabalıktan olduğu gibi, yüzüne patlayan flaş ışıklarından da fazlaca rahatsız olduğu açıkça görünür. Peki neden? Flaş gibi güçlü beyaz ışıklar, etrafı aydınlatırken, aynı zamanda insanın içinde hapsettiği ve görmekten kaçındığı gerçekleri de gün yüzüne çıkarabilir. Özellikle beyaz ışık, aydınlanma, gerçekleri fark etme, kendine tamamen gelme gibi durumları anlatmak için kullanılır. Zaten Split ve Glass filmlerinde de, James McAvoy tarafından canlandırılan, yirmi üç farklı kişiliğe sahip olan karakter için, her şeyi karmaşıklaştıran iki şey vardı; gerçek kişiliğin söylenmesi ve kuvvetli beyaz ışık. İkisi de olduğunda karanlıkta kalan diğer yirmi iki kişilik ışığa çıkmak ister ve tüm sistem bozulur. Yani, Howard’ın da içinde sakladığı ve daha sonrasında sevdiği kadına da ilerde itiraf edeceği gibi, kendisi bazen gerçek olmayan şeyler hayal eden ve yine bazen bu durumun onu, çıldırtabileceğini düşünen biridir. Zaten bu yüzden de Kate ona, kör bir halde uçak kullanamaya başladığında, her şeyi kendisine bırakmasını söyler. Yani, bu ışıkla birlikte Howard’ın, aslında tüm bu saklı şeyleri görmüş olması ve bundan dolayı kendini rahatsız hissetmesi çok olağandır.


Filmin galasından sonra, uçakla denize inen Howard, 1907 doğumlu, 60 yıldan fazla Hollywood’un baş kadın oyuncularından olan Katharine Hepburn ile golf oynamaya gider. Golf sahası yer yer yeşilken bazı yerleri sararmıştır. İkilinin burada oynadığını hesaba katarsak, ilişkilerinin ömrünün çok da uzun olmayacağı rahatlıkla çıkarılabilir. Cocoanut Grove’a baş başa güzel bir yemek için gitseler de, Johnny Meyer ve Errol Flynn izinsiz şekilde yanlarına gelerek onları rahatsız eder. Fakat Howard için iplerin koptuğu nokta her zaman aldığı bifteğin yanında duran on iki bezelyesinden birinin Flynn tarafından alınması olur. Burada Howard’ın obsesif kompülsif bozukluğa benzer bir rahatsızlığı olduğu açıkça görünür. Bu iki davetsiz misafirden rahatsız olan Kate ve Howard, buldukları ilk fırsatta oradan kaçarak bir uçağa binerler. Tabii ki pilot Howard’ın kendisidir. Bu yolculuk sırasında, tüm karanlığın arasında bir ışık Kate’in yüzünü aydınlatır. Filmin daha ilk başında annesinin, Howard’ın hayatındaki ışık olduğunu söylemiştik. Buradaysa, o ışığın kaynağı değişerek Kate olur. Tam bunu gördüğümüzde Howard, lövyeyi uçaklar konusunda hiçbir şey bilmeyen Kate’e verir ve kendisi bir şişe süt alıp içmeye başlar. Burada en önemli noktalardan bir tanesi içtiği şişeyi kadına da uzatması ve Kate bir yudum aldıktan sonra, kendisinin içmeye devam etmesidir. Yani temizlik konusunda takıntısı olan bir adamın bir başkasının içtiği şişeden süt içmesi çok ilginç olmakla birlikte, tamamen Howard’ın Kate’e karşı hissettiği yoğun duygularla ilgilidir. Tüm geceyi gökyüzünde geçiren ikilimiz, güneş doğarken uçağı yere indirir. Gün doğumunun, yeni başlangıçların ve umudun sembolü olduğunu düşünürsek, Kate ve Howard arasındaki ilişkinin de başlayacağı güzel bir şekilde bize aktarılmış olur.


Howard, bir dünya rekorunu kırarak New York’tan kalkış yapıp tekrar aynı yere dört gün içinde gelir. Bunun üzerine Pan Am Hava Yolları’nın başkanı Juan Trippe, bana bir çocuk odasını andıran, içerisinde yıldızlar ve farklı ülkelerin zamanını gösteren saatlerin olduğu bir odada, TWA şirketini satın alan Howard’ın dinlenilmesini ister. Büyük ihtimalle olgunluktan uzak dekorasyondan dolayı, bende bu karakterin çok büyük başarılar yakalayamayacağı izlenimi oluştu. Zaten filmde de kısa bir süre haricinde liderliği hep TWA götürüyordu.


On sekiz ay süren Kate ve Howard aşkının yıkılması da karakterimizin, birçok partiye farklı kadınlarla gitmesinden ve film yıldızını pek de dinlememesinden meydana gelir. Böyle bir buhran içinde olan Kate için her şey, çalıştığı film setinde bir oyuncudan kırmızı elma alıp onu yemesiyle değişir (videoda 2.24 ile 3.00 arası). Kırmızı elma imgesi, hepimizin bildiği gibi bilgi ağacının yasaklı meyvesidir ve ilk günahı temsil eder. Bundan olacak ki genelde elmayı yiyen kişinin bir aydınlanma yaşamasını bekleriz. Kate için bu bilgilenme, Howard’a olan duygularının başkasına geçmesidir. Tabii ki bu kişi de, ona bu fırsatı sunmuş olan Spencer Tracy idir. Bunun ardından, yasaklı meyveyi yedikten sonra öğrendiklerini Howard’a söylediğinde, karakterimiz verdiği agresif cevaplarının yanı sıra, o gittikten sonra tüm kıyafetlerini evin içinde yakar. Bunun bir nevi tekrar doğuş olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta filmin başında banyo yapan çocukla şimdi kıyafetlerini yakan adam aynı şekilde dururlar odada.



Howard, uçakların imal edildiği yerde testleri yapıp kararları verirken, kirden koyu sarıya dönmüş uzun tırnaklara sahip bir hizmetlinin ona baktığını görür ve aklına gelen ilk şey ise bu pis ellerin uçağın her yerine değme düşüncesi olur. Onun kovulmasını istedikten sonra Odie’ye “bana tüm planları göster” cümlesini dile getirir ama sonu gelmez. Bitmez tükenmez şekilde devamlı bu cümleyi kuran Howard, arabasına gider ve kendine hakim olduktan sonra ilk söylediği şey “Karantina” kelimesidir. Birkaç sefer denedikten sonra harfleri teker teker söylediğinde, yüzü şimşek ile aydınlanır. Daha önce de bahsettiğim güçlü beyaz ışık yine görevini yapmış ama bu sefer olumlu bir etki oluşturup karakterimizi normale döndürmüştür.


7 Temmuz 1946 tarihinde, XF 11 adlı Howard’ın, Amerikan ordusu için yaptığı casus uçağın denemesi yapılır. Her zamanki gibi uçağı ilk kullanan kişi uçak sektöründe ciddi şekilde nam salmış olan ana karakterimizden başkası değildir. Lakin bu sefer tam uçuşu bitirip geri döneceği anda çıkan bir sorundan dolayı uçak düşer ve Howard, vücudunun yüzde yetmiş sekizi yanmış, dokuz kaburga kemiği, burnu, çenesi, yanağı ve sol dizi parçalanmış halde tedavi görmeye başlar. Howard’ın durumundan ve düşen uçaktan dolayı TWA şirketinin uçma izninin kaldırılmasını fırsat bilen Juan, senatör arkadaşı Owen Brewster ile konuşarak Howard’ın evine FBI ajanlarını doldurur. 10 gün süren soruşturma ile birlikte karakterimizin tüm evi ve iş yeri pislik içinde kalır. Aslında bu olay, uçak sektöründe devleşen bir adamın ayağını kaydırmak ve bitirmek adına, Howard’ın, “tragic flaw” olarak bilinen yıkılışına sebep olabilecek kusurunun, temizlik takıntısı olduğu bilinmesinden dolayı atılan acımasız bir adımdır.



Owen, 12 Şubat 1947 tarihinde Howard’ı, onunla konuşmak için evine çağırır. Yemeğe kadar sohbet edip bekledikleri odada bir lamanın küçük bir kız tarafından tasma benzeri bir iple tutulduğu bir resim hakkında konuşmaya başlarlar. Bu resim Peru’dan alınmıştır. Peki nedir buradaki önem? Lamaların tükürükleri meşhurdur ve biz de bu durumu Owen’ın Howard’ı suçlamasına bağlayarak senatörün, bir nevi onun sahibi olan Juan’a bağlı olarak karakterimize çamur yerine tükürük atmasına bağlayabiliriz. Yani aslında bu resim, Owen ve Juan arasındaki özellikle maddi ve koltuk korumak adına ortaya çıkmış olan ilişkinin metaforudur. Senatör kendisini baştaki kişi olarak görse de tek yaptığı bu resimdeki gibi ondan küçük “sahibinin” dediklerini yapmaktır. Yemeğe gelirsek de, bu sofradaki her bir ayrıntının daha önceki ajanlar kısmındaki gibi, Howard’ı rahatsız etmek adına yapıldığı aşikardır. Zaten, misafirin kullanacağı su bardağına kendi parmak izini çıkaran kişi de Owen’dan başkası değildir. Bunu yapmasının sebebi ise, uçak sektöründe önemli bir yere sahip olan TWA şirketinin Pan Am’e satılmasını istemesidir. Howard bunu yaptığı takdirde, toplum ve kameralar önünde bir duruşmaya çıkmak zorunda kalmayacak ve devletin parasını kullanarak orduya yapacağı uçağı teslim etmemesi gibi tüm suçlamalar düşürülecektir ama tabii ki de karakterimiz bunu kabul etmez.

Bu konuşmanın ardından kendini daha önce filmleri izleyip kurguyu kontrol ettiği odaya kapayarak, önce Owen’ın ona karşı olan suçlamalarını izleyip sonrasında çölü anlatan bir program açar. Tam bu esnada çölleri sevdiğini çünkü onların temiz olduğunu söyler Howard. Burada şu dikkatimi çekti ki engel ve bariyerleri temsil eden çöl kavramında en çok bulunan şey, havada savrulup duran toz zerreleridir. Lakin, karakterimiz bu tozların tek birine bile dayanamaz. Bu sahne, ironik olmasının yanı sıra aynı zamanda yavaş yavaş “kör şekilde uçak kullanacağının” habercisidir. Bu vakitte yanında olacağını söyleyen Kate, sözünü tutup gelse de bir şey yapamaz ve kısa bir süre içinde bu oda, karıncaların yerde duran sandviçin etrafında dolanıp durduğu bir yere dönüşür. Bunun anlamı ise normalde en ufak bir toza bile dayanamayan Howard için artık bir ruhsal dengeden bahsedemeyecek olmamızdır. Dahası, kendince “Karantina” dediği bu yerde, daha önce işten kovdurttuğu hizmetlinin o uzun ve pis tırnakları gibi olmuştur kendisininkiler de. Bu durum Juan ile yaptığı “iş görüşmesine” kadar devam eder. O gün şirketini asla ona satmayacağını söyleyip odada gösterilen savaş filmi bittiğinde, kendi iç savaşını da kazanan Howard, kendi isteğiyle odadan çıkar ve kendine çeki düzen vermesi için Ava’yı yanına çağırır. Ava’nın attırdığı her bir adımda daha iyi olur olan karakterimiz, iş bittikten sonra kendisiyle birlikte tüm ışığı da alıp giden kadından sonra sadece karanlık da kalmayıp aynı zamanda, üçüncü ışık kaynağı da kaybeder.


Howard çıktığı senato duruşmasında istediği izlenimi ortaya çıkarıp daha önce öneminden bahsettiğimiz lama tablosuyla, Owen’ın, aslında Juan için çalışan biri olduğunu, tüm kamuya duyurmuş olur. bu duruşmanın gerçek kayıtlarından da bir kesiti bırakıyorum aşağıya. Birkaç duruşmanın ardından temize çıkan karakterimiz, altmış yedi metre boyunda ve beş katlı bir binadan daha yüksek olan sekiz motora sahip “Hercules” olarak bilinen uçağın pilotu olur ve ilk denemeyi başlatırlar.



Başarılı bir uçuşun ardından yapılan kutlamada gerilen Howard, yine aynı cümleyi tekrarlamaya başlar. Tam bu sırada aynada kendi küçüklüğünü görür; annesine, bir gün büyük uçaklar yapacağını, filmler çekeceğini ve dünyanın en zengin adamı olacağını söyler. Bunun ardından da kameraya, bir diğer deyişle yetişkin haline bakar ve Howard tekrarladığı “Geleceğe açılan yol” cümlesini bu sefer kendinden emin ve yavaşça söyleyerek herkese, annesine verdiği sözü tutacağını, bu işi bırakmayacağını ve ömrünün sonuna kadar devam edeceğini göstermiş olur. Film bu sahnede bitse de, Howard’ın hayatını araştırdığımda, ölümünün bir uçakta gerçekleştiğini gördüm. Yani, “The Spruce Goose” (Ladin Kazı) lakabına sahip olan Howard Hughes, sözünü yerine getirip ölümüne kadar işlerine devam etmiştir.

 


Sonuç olarak, The Aviator (Göklerin Hakimi) filmi, Howard Hughes’un yalnız, pilotluğuna ve iş insanlığına takılı kalmamış, beyninin derinliklerine girerken aynı zamanda tüm detayları sembollerle taçlandırmış, seyir zevki muhteşem, Leonardo DiCaprio, Cate Blanchett, Alan Alda ve Kate Beckinsale gibi oyuncuların harikalar oluşturduğu bir biyografi filmi olmuş. Bir diğer deyişle, The Aviator bence çoğu biyografi filmini sollayarak çok iyi işler çıkarmış bir eser olarak çıkıyor karşımıza. Bir sonraki incelemeye kadar hoş kalın, hoşça kalın.

Esma Nur Koçak

Yorumlar