DELİLERİN KRALI: JOKER (2019) İNCELEMESİ

Aynı isimdeki DC Comics karakterine dayanan, ona bir nevi selam gönderen ama aynı olmaktan kaçınan 2019 yapımı Joker, Todd Phillips’in yönetmen koltuğuna oturduğu ve Joaquin Phoenix’in enfes şekilde başrol oynadığı, kiminin çok sevdiği kimininse nefret ettiği psikolojik bir filmdir. Peki kimdir bu Joker? İlk 1940lı yıllarda ortaya çıktığı bilinen bu karakterin, çizgi roman dünyasında Batman’in hem düşmanı hem de belalısı olduğu rahatça söylenilebilir. Tim Burton’ın 89 yılında ortaya koyduğu Batman’deki Jack Napier, Gotham dizisindeki Jerome-Jeremiah Valeska ve bu filmdeki Arthur gibi birçok farklı kimlikle çokça karşımıza çıkmış olan bu “kötü adam”, yozlaşmış ve kötü durumda bırakılmış Gotham halkı tarafından bir nevi kahraman ilan edilmiş, yaşadığı travmalar ve kötü deneyimler sonucu akıl sağlığını yitirmiş bir adamdır. Tüm yaşadıklarından sonra Gotham’a bir karabasan gibi çökmüş olan bu karakterin en güçlü yanının kimliksizliği olduğunu düşünmüşümdür hep. Karakter ve öznellikten çıkıp bir ideolojiye dönüşmesiyle bu kadar güç kazanmıştır belki de. Bu konuda en güzel açıklama The Killing Joke filminde Joker’in Batman’e söylediği “Eğer bir geçmişim olacaksa, çoktan seçmeli olmasını tercih ederim” cümlesi ile gelir. Diğer bir deyişle Joker hakkında yazılan her bir yazı ve çekilen her bir film karakteri daha da güçlendirmiştir. Joker filminin daha öncekilerden farkı ise izleyiciye baştan sona bir “origin” hikayesi vermesidir.

Joker filminin çizgi romandan uyarlama filmlerin tek tipleştiği bir dönemde gerek 1980lerin New York’una gerçekçi bir ışık tutan o karanlık atmosferiyle, gerek cesur ve çarpıcı olayları tüm çıplaklığıyla göstermesiyle dikkatleri üzerine çekmiş bir yapım olduğunu düşünüyorum. Filmin başında Arthur Fleck, palyaçoluk yaparak hasta annesinin ve kendisinin geçimini sağlayan ama aynı zamanda hayatını devletin ona sağladığı psikolojik destek ve ilaçlarla devam ettirmeye çalışan biridir. Ev-iş-terapi üçgeninde mesleğinin tam zıtlığında bulunan mutsuzluğun içindedir. Bu mutsuz hayatına bir de ona şiddet gösteren insanlar eklenince kendini daha da kötü bir halde bulur Arthur çünkü onu gerçekten dinleyen ve anlattıklarına önem veren tek bir kişi bile yoktur. Bunun ilk örnekleri; Arthur’un müzik aletleri satan bir dükkânın satışına yardım için palyaçoluk yaptığı sırada bir grup gencin tabelasını alıp kaçmasından sonra Arthur’un onlardan dayak yemesi ve bunun bir önemi yokmuşçasına patronunun ondan tabela parası keseceğini söylemesidir. Ayrıca terapi sırasında ana karakterimizin psikoloğuna dediği: “Beni dinlemiyorsun değil mi? Gerçekten hiçbir zaman dinlemedin. Her hafta aynı soruları soruyorsun; işin nasıl, olumsuz düşüncelerin var mı? Benim tüm düşüncelerim olumsuz ama sen beni zaten dinlemiyorsun.” ile hem kendine hem de izleyiciye bu acımasız Gotham bölgesinde tek bir seveninin ya da bir destekçisinin olmadığını gösterir.

Metroda öldürdüğü üç genç banker Arthur’un işlediği ilk suç olsa da bu suçun tüm Gotham halkına ait olduğunu da düşünmemek yaşanılan durumlardan dolayı elde değil. Sonuçta ona silahı veren kişi sonradan anladığımız kadarıyla onun bir nevi kuyusunu kazan Randall olmuştur. Arthur başta silah taşımasının yasak olduğunu söylediğinde arkadaşı bunda bir sorun olmadığını ve bunu kimsenin bilmek zorunda olmadığını söyler. Yani bu suçun asıl sorumlularından biri akli dengesi yerinde olmayan bir adama silah verip sonra da bunu inkâr eden Randall’dır. Ayrıca suç anında kendince metroda oturan Arthur, gülmesini durduramamasından dolayı üç serseri bankerin dikkatini çeker. Sadece laf atmayla durmayan bu gençler onu dövmeye başlayınca Arthur silahını çeker ve üçünü de vurur. Bu cinayetin, kimseye güveni kalmamış olan Arthur’un kendini savunması olarak da görebiliriz -tabii bundan zevk almasaydı-. Bunun ardından Arthur, “Bathroom Dance” olarak bilinen o muhteşem sahnede tuvalette dans ederek kendi benliğini bulduğunu sanatsal ve bir o kadar da ürkütücü şekilde gösterir. Üstelik bu isyanda kendini iyi hisseden tek kişi o değil, aynı zamanda sınıfsal farklılığın tüm eziyetini çeken, çöplerle ve tehlikeyle dolu sokaklarda yaşayan alt tabakadaki halk da olayı destekleyip zengin tabakayı düşman belleyerek bu palyaçoyu kahraman ilan eder. Bu olay 22 Aralık 1984 yılında New York City Metro’su Manhattan istasyonunda Bernhard Goetz’in ondan tehditkâr bir tavırla para istedikleri gerekçesiyle 4 kişiyi yaraladığı olaya bir göndermedir. Daha önce üç genç tarafından saldırıya uğrayan ve taşıdığı tüm teknolojik aletlerin çalındığını gören Goetz, suç duyurusunda bulunmuş olsa da faillerin kendisinden daha az polis merkezinde kalıp serbest bırakılmalarına sinirlenir ve 38 kalibrelik 5 atış hakkı olan bir tabanca satın alır. Bu silahlı direnişin sonrasında çöplüklerle dolu, iyi mekanların kurşun geçirmez camlarla kaplandığı, suç oranın bir hayli yüksek olduğu ve insanların metro kullanmaya korktuğu New York’un alt ve orta sınıf toplumu Goetz’i kahraman ilan etmiş ve mahkemeye çıktığında jüri onu sadece ruhsatsız silah taşımaktan suçlu bulup “Tekrar olsa yine yapardım” diyen Goetz’e 1 yıl 8 ay hapis cezası vermiştir. “Subway Vigilante” (Metro İnfazcısı) olarak anılan Bernhard Goetz, New Yorklular için suçlar, savunmanın yasal sınırları ve polisin ne kadar güvenilebilir olduğu hakkında önemli sorular ortaya çıkartan biri olmuştur. Joker filminde de Arthur’un işlediği cinayet sonrasında alt ve orta tabakada yaşayan insanların çoğu ona hak vermiş ve onun yolundan gitmeye karar vermişlerdir.


Bu cinayetten sonra, çocuk hastanesine silah getirdiği için işten atılmış olan Arthur, palyaçoluk yaptığı yerden çıkarken içinde bulunduğu tüm karanlıktan aydınlığa kapının eşiğini geçerek tek başına çıkar. Burada gerçek benliğini bularak kendini, bir diğer deyişle aydınlığını ortaya çıkarır ama Joker’in ortaya çıkardığı tüm karışıklık ve cinayetleri düşünürsek tek başına çıktığı bu aydınlık, kendisi dışında herkes için kötülüğü ve karanlığı temsil eder. Sonuçta da tüm Gotham’ın nasıl karıştığını ve zaten çok olan ölümlerin çok kısa sürede nasıl katlandığını görüyoruz.

Arthur için bir diğer önemli nokta Penny Fleck’in biyolojik annesi olmadığını ve psikolojik hastalıklarının sorumlusunun Penny ve onun erkek arkadaşı olduğunu öğrendiği andır. Bu sahnede Arthur küçükken annesinin, o radyatöre bağlanıp şiddet görürken sadece durup izlediğini ve bunun nedeninin Happy adını taktığı bu çocuğun sürekli mutlu olmasından dolayı rahatsızlık duyup sınırlarını görmek istemesi olduğunu keşfeder. Bu olay aslında tüm Amerika için çok önemlidir çünkü uzun zamandan beri birçok farklı tarih ve eyalette birçok aile çocuğunu radyatöre bağlayıp istismar etmiştir. 18 Ocak 2006 tarihli gazete haberlerinde 7 yaşındaki Nixzmary Brown’ın trajik ölümünden sonra ortaya çıkan olaylarda, küçük Nixzmary’nin 5,6 ve 9 yaşlarında olan üç kardeşi ile üvey babası ve annesi tarafından ceza olarak bozuk radyatöre bağlı olan sandalyeye bağlanmış, ağızları koli bandıyla kapatılmış halde her ikisi tarafından da cetvel, tahta parçaları ve yumruklarla şiddet gördükleri anlaşılmış ve ikisi de hapis cezasına çarptırıldığı yazılmıştır. 11 Eylül 2013 tarihli bir diğer haberde, 31 yaşındaki Florence Pollard ve 29 yaşındaki erkek arkadaşı Brian Craig, Pollard’ın 10 yaşındaki oğlunu radyatöre zincirleyip iki hafta orada tutmuşlardır. Bir şekilde kaçmayı başaran çocuk, komşular tarafından fark edilip polise teslim edilmiş ve soruşturma başlatılmıştır. Yani küçükken radyatöre bağlanıp şiddet gören Arthur’un yetişkin haliyle aslında Amerika’da yaşayan tüm ebeveynlere bu şiddetin sonucu acımasızlıkla gösteriliyor. Öyle ki gerçekleri öğrenen karakterimizin yaptığı ilk iş hastanede yatan annesine gidip onu yastıkla boğmak olmuştu. Geçmişi ve akıl hastalığıyla lekelenmiş Arthur’un annesinden aldığı intikam sonrasında hiçbir suçluluk duymaması da öldürdüğü an pencereden gelmeye başlayan ve özellikle onun yüzünü aydınlatan ışık da Joker olma yolunda ne kadar ileri gittiğini gösteriyor. Zaten Arthur Fleck kimliği, kelime anlamı dansçıların yukarı aşağı sıçradığı bir dans çeşidi olan Paga’s mekânında komedyen olarak çıkıp gülmekten bir şey yapamadığı için sadece dalga geçmek amacıyla Murray Franklin Show’a çıkması için arandıktan sonra evde yaptığı provada boş tabancayı kafasına sıkmasıyla ölmüş oldu. Bundan sonra da dans eşliğiyle hazırlanmaya başlayarak yine gerçek kimliğini bulmaktan keyif aldığını hepimize göstermişti.

Bir başka önemli olay da artık tamamen Joker olmuş Arthur’un evine gelen Randall ve Garry’e karşı tavrıdır. Onu bu hale getiren kişi olan Randall’dan intikamını onu öldürerek aldıktan sonra kendisi gibi herkes tarafından küçük görülen cüce palyaço arkadaşı Garry’nin gitmesine “Sen gidebilirsin. Sana zarar vermeyeceğim. Bakma, sadece git. Bana karşı nazik olan bir tek sen vardın” diyerek izin verir. Bu bağlamda, Joker’in iç dünyasında farklı olmakla birlikte aynı zamanda sağlıksız olan kendi doğruları ve adalet sistemi olduğunu söyleyebiliriz.

Hazırlanması bitip de Murray Franklin Show’a gitmek için dışarı çıktığında daha önce kasvetli ve gri renkli olan merdivenlerin o an ışık aldığını görürüz. Yani film boyunca Arthur ile birlikte tüm evren de değişir. Arthur’un Joker kimliğine doğru attığı her bir adımda ışık ve renkler bizi karşılar. Ayrıca bu merdivenlerde makyajı ve kostümüyle mutlu şekilde ettiği dans, tüm mutsuzluğun ve trajedinin Arthur Fleck’in ölümüyle solup gittiğini ve geriye sadece komedinin kaldığını bize gösterir.

Murray Franklin Show başladıktan kısa bir süre sonra metroda işlediği cinayeti itiraf eden Joker, Murray’in tüm yorumlarına karşı “Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna siz karar veriyorsunuz. Tıpkı komik olana ya da olmayana karar verdiğiniz gibi” deyip “Kaldırımda can veren ben olsaydım yanımdan geçip giderdiniz, her gün yapıyorsunuz ama Thomas Wayne televizyonda onlar için göz yaşı döktü diye onlara üzülüyorsunuz. Kimse diğer kişi olmanın ne demek olduğunu bilmiyor” söylemini de ekler. Sonrasındaysa onunla dalga geçen komedyene akıl hastası birine böyle davranırsa hak ettiğini bulacağını canlı yayında onu vurarak gösterir. Bu olay tüm maddi durumu yetersiz olan Gotham’ın sokağa dökülüp zenginlere karşı gerçek bir palyaço olarak şehri birbirine katmalarına neden olur. Bu da halkın bize baştan beri savunduğu “Kahraman” Joker’in izinden gidip her şeyi şiddetle geri alabileceklerine karşı olan inançlarını gösterir. Lakin bu toplumun yozlaşmış ve iyi durumda olmayan yapısı gözden kaçırılmamalı. Aynı Arthur gibi onlar da neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu fark edemez haldeler ve yaşadıkları dünya o kadar kötü halde ki onları gün yüzüne çıkarabilecek her ihtimale tutunuyorlar. Bunun yanında içinde bulundukları durumun hepsi için kötü bir son arz ettiği tüm çizgi roman severler tarafından bilindiğine eminim. 


Tutuklanan Joker halk tarafından kurtarılmadan hemen önce gördüğümüz Zorro: The Gay Blade izleyiciye hem filmin 1981 yılında geçtiğini hem de o meşhur Wayne cinayetinden hemen önce Bruce’un ailesiyle izlediği en son film olduğunu bize gösterir. Bu filmdeki Zorro kostümüyse ilerdeki Batman’e bir gönderme olabilir.

Çoğu kişi filmin başlarında bize gösterilmiş olan akıl hastanesinden sonra Arthur’un aynı hastane olduğunu hissettiğimiz yerden kaçışı ile sona ermesini tatmin edici bulmasa da unutulmaması gereken bir şey var ki Joker ne kadar bağımsız bir film de olsa karşımızdaki karakter akli dengesi yerinde olmayan bir kötü. Yani her şeyin Arthur Fleck’in zihninde yaşanmış olması da gösterilenin çok daha fazlasının gerçekten yaşanmış olması da çok olağan olabilir.

Sonuç olarak 2019 yapımı Joker, bizim bildiğimiz anarşik, kendine özgü mizahıyla her türlü kötülüğü yapan Joker karakterine biraz uzak kaçmış olsa da kişilerin psikolojisine yaptığı yolculuklarla, New York’un gerçeklerine verdiği selamlarla, sınıfsal farklılıkların acımasızca gösterilmesiyle, toplumun insanı nasıl etkileyebileceğine dair verdiği cesur örneklerle ve Deli Kral’ın kendisine değil ama köken hikayesine inmesiyle başarılı bir film olduğu düşüncesindeyim.


Yorumlar