Gördüğümüz sırada,
gerçek olduğuna inandığımız rüyalar varken tüm yaşadıklarımızın, basit bir
rüyadan başka bir şey olmama ihtimalini hiç düşündünüz mü? Bu tecrübe ettiklerimizin,
bir düş ya da başkaları tarafından tasarlanmış ve gerçeklikten uzak bir
simülasyon olması ne kadar olağandışı? Belki de hepimiz, bir sanal gerçekliğin
içinde, bundan habersiz olarak bizim için yazılan replikleri, tasarlanan
hareketleri yaparken mutlu şekilde yaşıyoruzdur. Peki, bu halde yaşarken bu
dünyanın bir illüzyondan başka bir şey olmadığı “gerçeğini” nasıl
kavrayabiliriz? Ya da gerçekliğin ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Böyle düşünerek
dünyayı, tecrübe ettiğimiz şeyleri, hatta okuduğumuz ve izlediğimiz her şeyi
yavaş yavaş sorgulamaya başlarız. Bu bilinç ve sorgulamalar ise, herkes
tarafından bilinip hayranlıkla izlenilen 1999 yapımı The Matrix filminin
çıkmasını sağlamıştır çünkü ben, yönetmenlerin yapmaya çalıştığının, gerçeklik
sorgulamasını insanlara ulaştırmak olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda da herkesin
kafasına, o çok emin olduğu gerçeklik hakkında The Matrix ile birlikte
büyük bir soru işareti bırakacağım.
1999 yılında vizyona
girmiş olan ve hala insanların birbirine “kanka bunu mutlaka izle. Efsane ve
çok şaşırtıcı bir film.” diye bahsedip konuyu bitirdiği, Wachowski kardeşler
tarafından yazılmış ve yönetilmiş olan The Matrix, Keanu Reeves, Carrie-Anne
Moss, Laurence Fishburne ve Hugo Weaving gibi önemli isimleri bünyesinde
barındıran macera/bilimkurgu türünde bir filmdir. Bizi kodlarla karşılayan
film, daha ilk başında buranın normal bir yer olmadığını izleyiciye göstermiş
olur. Ardından da “303” numaralı odaya bir baskın düzenleyen polisleri görürüz.
Baskın bize içerde çok tehlikeli ve kalabalık bir grubun olması gerektirdiğini
düşündürse de içeride bulunan kişi, bilgisayarın başında arkası bize dönük olan
siyah kıyafetli bir kadındır. Burada asıl dikkatimi çeken şey ise duvarda yazan
“City Hoarding” yazısıdır. “Hoarding” kelimesi genel olarak ilan panosu olarak
bilinse de bir diğer anlamı, istiflemedir. Peki nedir bu şehirdeki biriktirilenler?
Bu sorunun cevabı insanlıktır ama detaylarına daha sonra bakacağız. Bu
sahnedeki bir diğer önemli noktaysa bize gösterilen oda numarasıdır. Şu
unutulmamalıdır ki filmlerde izleyiciye gösterilen hiçbir şey tesadüf değildir
ve Numeroloji’ye göre bu sayının anlamı, kargaşanın hüküm sürdüğü bu dünyada, insanın
kendi hayatına dönmek için çabalamasıdır. Ayrıca, planlanmadan çıkılan ve macera
dolu bir ruhsal yolculuğu ve aşkla dolu bir hayatı da sembolize eder. Bir diğer
deyişle film, daha ilk sahnesinde bize ilerde olacaklara dair bir fragman
izletir.
Trinity ismine sahip
olduğunu öğrendiğimiz bu kadın, kendisine saldıran polislerden kurtulur
kurtulmaz, Morpheus’dan aldığı kaçış planına uymaya çalışırken onu takip eden
ajanlarla birlikte, birbirine çok uzak çatılara atlama ve aşırı hızlı şekilde
koşma gibi normalde insanların yapamayacağı hareketler yaptıklarını görürüz.
Ardından çalan telefonu açarak ortadan kaybolan Trinity ile birlikte “Normal
bir dünyada bu nasıl mümkün olabilir?” sorusu aklımızın bir köşesinde belirir
ve belki de ilk defa gerçekliği sorgulamaya başlarız. Burada Trinity kelimesine
ve anlamına dikkat etmenizi istiyorum. Bu kelime, Hristiyanlıktaki Baba, Oğul,
Kutsal Ruh üçlemesi için kullanır. Bu bağlamda karaktere baktığımızda,
kendisinin kutsal üçlemeyi taşıyan bir vasıta olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu üçlemedeki her bir kişinin kime denk geleceği ise ileride
şekillenecektir.
Bu sahnenin ardından,
daha önce ajanların muhbirden duydukları isim olan Neo karakterinin evine
gideriz. Bilgisayarlar ve o zamanki teknolojik aletlerle dolu olan bir masada
uyuyakalan karakterimiz, birden siyah ekrana kendi kendine yazılan “Uyan, Neo.”
yazısıyla gözlerini açar. Bu sahnede benim dikkatimi çeken şey, Neo’nun
programlanmış gibi uyan yazısı yazıldığı anda gözlerini açıp ekrana bakması
oldu. Ayrıca devam eden yazıda, “Matrix sana sahip. Beyaz tavşanı takip et. Tık
tık, Neo.” dediği anda kapı çalar ve karakterimiz, oturduğu “101” numaralı
dairenin kapısını açarak Chai ismindeki müşterisinden parayı alıp onun için
hazırladığı mini CD’yi almak için eline, Jean Baudrillard tarafından yazılmış
olan “Simülakrlar ve Simülasyon” kitabını alır. Bu, gözden kaçırılmaması
gereken bir detaydır. Zira Baudrillard bu kitabında, gerçeklik diye bir şeyin
var olmadığını, içinde bulunduğumuz dünyanın, yalnızca gerçekliğin kopyası olan
simülasyon ve gerçek olmayan bir dünyanın modellemesi olan simulakrlardan
oluştuğunu ileri sürer. Ona göre, tamamen elimizden kaçmış ve kaybolmuş olan
gerçeklik sadece böyle açıklanabilir. The Matrix’in senarist ve
yönetmenleri de bu kitaptan etkilenmiş ve yazarın ismini ne kadar kullanmak
isteseler de Baudrillard tarafından reddedilmişlerdir. Sonuçta tüm dünyanın bir
hiper-gerçeklikten oluştuğunu ve mutlulukla yaşadığımız bu dünyanın, bir
kurgudan başka bir şey olmadığını ileri süren bir düşünürün, ismini,
kurgulardan oluşan dünyada üretilmiş başka bir kurguda kullanılmasına izin
vermemesi çok doğal bence. Burada, dikkatimi çeken üç ayrıntı daha var; Neo
ismi, kapı numarası ve “beyaz tavşanı takip et” yazısı. “Neo” kelimesine
baktığımızda bunun, bir şeyin yeni, modifiye edilmiş ve modern versiyonu için
kullanılan bir ek olduğunu görürüz. O halde, Neo karakteri, filmin içinde
bulunduğu tüm dünya için bir yenilik demektir. Ayrıca, kapı numarasını gelirsek,
bir sayısı, değişiklikler ve sıfır sayısı da ruhsal yolculuklar anlamına gelir.
Bu doğrultuda, Neo’nun hayatının değişeceğini ve kendi ruhsal yolculuğuna
çıkarak gerçekleri göreceğini rahatlıkla çıkarabiliriz. Bu sahnede son olarak
dikkatimi çeken “beyaz tavşan” söylemi, beni direkt olarak Alice Harikalar
Diyarında kitabına götürdü. Bu hikayede hayatından ve resimsiz kitaplardan
çok sıkılmış olan Alice, beyaz tavşanı takip ederek başka bir dünyaya gider.
Tavşan küçük kıza güvence vererek onu, yeni dünyaya götürecek bir yolculuğa
çıkarır. Bu durum, hayatından sıkılmış ve bazı sorulara yanıt aramaya başlayan
Neo için de aynıdır. Beyaz tavşanı takip ettiği takdirde sorularının cevabını
almak adına başka bir dünyaya gidecektir. Öyle de olmuştur zaten.
Neo, beyaz tavşanı
takip etse de Morpheus’a ulaşamadan gece biter ve sabahında Thomas Anderson
ismiyle çalıştığı yazılım şirketine, onu aramak için ajanlar gelir. Onlar
gelmeden önce Neo’nun eline geçen telefonla ona ulaşan Morpheus, onu uyarsa da
cesaretle dediklerini yapamayan karakterimiz, ajanlar tarafından tutuklanır ve
serbest bırakıldıktan sonra kendini yatağında bulan Neo’nun telefonu çalar. Morpheus,
onun bir köprü altına gitmesini söyler. Karakterimizin, arabaya binip Trinity,
Switch ve Apoc ile birlikte köprünün altından şehre doğru gittikleri sahne çok
enteresan geldi bana. Dışarıda yağmur yağdığından köprünün bitimi aşağıya
koyduğum görselde de göründüğü gibi bir şelaleyi andırır. Bu görüntü ise beni
direkt olarak filmlerde, hazineleri ve muhteşem doğayı saklayan şelalelere
götürdü. Hepimizin bildiği gibi kahramanlar bu şelaleden geçti mi, bir daha
hayatları aynı olmaz çünkü bu keşifler onları tamamen değiştirmiştir. Bu
durumdan sonra Neo’nun hayatında da böyle bir değişim beklemeye başladım. Zaten
çok az bir süre sonra da bu değişim, Morpheus tarafından Neo’ya sunulmuş olan
mavi ve kırmızı haplarla gerçekleşir. Mavi hap, hikayenin bitimi ve eski
hayatına geri dönüşü ifade ederken kırmızı hap, “Wanderland” mekanında
kalmasını ve tavşan deliğinin ne kadar geniş olduğunu simgeler. Buradaki tanım yine
bizi, daha önce “beyaz tavşan” kısmında da bahsettiğim Alice in Wonderland
hikayesine yönlendirir. Bu bağlamda baktığımızda, “Matrix nedir?” sorusunun
cevabına, yalnızca bu dünyaya, Alice’in yaptığı gibi bir tavşan deliğinden geçmekle
ulaşılır. Neo ise bunu kabullenip kırmızı hapı alır. Burada değinilmesi gereken
bir diğer şey hapların rengidir. Kader, zeka, bilgelik gibi anlamlara sahip
olan mavi rengi, gerçekliği, dürüstlüğü, aklı, bilinci ve anlamanın derinliğini
sembolize eder. Kırmızı ise, enerjiyi, tehlikeyi, savaşı, gücü ve aşkı temsil
eder. Peki bunlardan sonra, Neo neden kırmızı hapı seçti? Bunun en büyük
nedeni, mavi hapın, sembolize ettiklerinin aksine zaten yalan ve yapaylık
üzerine kurulmuş bir dünyada kalmaya devam etmesi anlamına gelmesidir.
Karakterimiz daha bu bilgiye ulaşmasa da içten içe bunu hissettiği için
Morpheus’u araştırıp buralara kadar gelmiştir.
Bu sahneden sonra bir
sandalyeye oturtulan karakterimiz, kendine kırık bir aynadan bakar. Lakin
kendini tamir eden ayna bir süre sonra bir portala dönüşür ve Neo’nun ona
dokunmasıyla da vücudunu tamamen kaplar. Bize gerçekliğin bir yansımasını
gösteren ayna, Lacan’ın Psikanaliz kuramı için çok önemlidir. Lacan’a göre, altı
ile on sekiz ay arasındaki bebekler, kendilerini aynada gördükleri an,
kendilerinin bütünden bağımsız bir birey olduklarını fark ederek kişilik
algılarını geliştirir. Bu aşamaya da “Ayna Evresi” denir. Bir diğer deyişle,
insanın kendi benliğini fark etmesi ayna ile olur. Bu bağlamda baktığımızda,
Neo’nun gördüğü kırık ayna, kendisinde de kırılan, bozuk olan, herkesten farklı
olduğunu hissettiğimiz bir şeyler olduğunu ama tam o sırada çatlaklarını tamir
ederek her şeyin bir çözümü olduğunu bize anlatır. Ayrıca bu kırık aynadan
kendini iki tane görür. Bu da bize, aslında Neo’nun içinde iki ayrı kişilik
bulunduğunu ama aynanın kendi kendine düzelmesiyle birlikte, belki de Neo’nun
ikinci kimliği olan Thomas Anderson’ı, bu macerada isteyerek kaybedeceğini anlatır.
Bu arada Ayna Evresi hakkında daha detaylı bilgi almak isteyenler için aşağıya
bir video linki bırakıyorum.
https://www.facebook.com/dusunbildergisi/videos/318546522215774/
Neo, ayna tarafından her
tarafı kaplanıp acılar içinde kaldığında, kendini birden şeffaf bir kesenin
içinde bulur. Bunu yırtarak çıktığında vücudunun belli yerlerinin bu keseye
bağlı olduğunu görür. Bu sırada ise bir robot gelip karakterimizin boynundaki büyük bağı Neo’ya acı vererek
kesip onu bir kanala yönlendirir. Bu kanalın sonu ise su dolu bir yerdir ve
yıkandıktan sonra dışarı çıkarılıp oturduğu sandalyede gözlerini açan
karakterimize Morpheus, “Gerçek dünyaya hoş geldin” der. İşte burası tam olarak
bir yeniden doğma sahnesidir. Gerek bir kesede, oraya bağlı olarak gözlerini
açması, gerek bir kanala gönderilerek yıkanması, gerek bu süreçte acı çekmesi,
doğum anının tekrar yaşanmasıdır ve bununla birlikte “gerçekliğe” ulaşmıştır.
Yalnız bu doğumdan sonrası kolay olmamış, kaslarını güçlendirmek için
akupunktur olduğunu düşündüğüm bir tedavi görmüştür. Bilinci yerine gelip daha
iğneler vücudundayken Morpheus’a gözlerinin acıdığını söylediğinde aldığı cevap
ise, onları daha önce kullanmadığıdır. Aslında Neo, insanlığın çok büyük bir
kısmıyla birlikte hayatı boyunca o kesede yaşamış ve bazıları için besin
olmuştur. Bu ana tekrar bakarsak, etrafta sayısız açılmamış kese olduğunu ve
bunların uyanmayı bekleyen insanlar olduğunu anlarız. Burada ilk başta
bahsettiğim istifleme konusuna tekrar gelmeliyim. Zira bizim gözümüze iliştirilen
bu kelime, insanların istiflendiğini anlatmak ister.
Neo tamamen kendine
geldiğinde, yaşadığı yılın 1999 değil 2199’a yakın bir zaman olduğunu öğrenir.
İçinde bulundukları yer ise Morpheus’un “Nebuchadnezzar” adlı gemisidir. Tüm
bunlardan sonra karakterimiz, Matrix’in tüm insanları içinde barındıran ve
onlardan beslenerek hayatını sürdüren bir simülasyon olduğunu öğrenir. Yaşadığı
1999 yılı, aslında yapay zeka tarafından oluşturulan bir kurgudan başka bir şey
değildir. Matrix kurulduğunda, içinden bir de insan çıkmış ve ilk kez
birilerini özgür bırakıp onlara gerçeği öğretmiştir. Öldüğündeyse kahinler onun
geri geleceğini iddia ederler ve Morpheus’a göre, herkesi kurtarıp Matrix
simülasyonunu bitirecek olan da Neo’dur. Böylelikle isminin anlamı, tam olarak
yerini bulmuş olur. Zira yeni dünyayı modernleştirecek ve yeni bir soluk
getirecek olan kişi Neo’nun kendisidir. Ayrıca geminin ismi, ünlü iki Babil
kralına aittir. Baba Nebuchadnezzar I, M.Ö. 1125-1104 yıllarında yaşamış ve
yirmi iki yıl boyunca hüküm sürmüş olan, İsin hanedanlığındaki en önemli
krallardan biridir. Oğlu Nebuchadnezzar II ise M.Ö. 605-562 yıllarında yaşamış
olup Neo-Babil İmparatorluğundaki en güçlü hükümdar olarak bilinir. Bu bilgiden
yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; baba imparator, Morpheus ve
onun tahtını devraldıktan sonra en güçlü imparator olan oğlu ise Neo’dur. Zira Nebuchadnezzar
II olarak bilinen kralın, Neo-Babil zamanında olması bence bir tesadüf
değildir. Ayrıca, bu sırada Trinity anlamına da açıklık getireyim. Daha önce de
bahsettiğim kutsal üçlemedeki Baba, Morpheus; Oğul, Neo ve Kutsal Ruh da Matrix
ile birlikte ortaya çıkan insanın ruhudur. Trinity’nin rolü ise bu üçlemenin
vasıtası olmaktır.
Nebuchadnezzar
gemisindeki mürettebattan biri olan Cyper, duyusal programlar olan ve sisteme
bağlı kalarak her türlü yazılıma girip çıkabilen başta tanıştığımız ajanlardan
biriyle (Ajan Smith) bir anlaşma yapar. İkisi de Matrix sisteminde yemek
yemektedir. Bu sırada Cyper ajana, “Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu
ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini
biliyorum. Dokuz yılın ardından ne fark ettim biliyor musun? Cehalet erdemdir.”
der. Bu konuda Platon Mağara Allegorisi’nde, bilmenin, dahası bilen
kişinin, bilmeyenleri ne pahasına olursa olsun bilgilendirmesinin erdem
olduğunu bize açıkça gösterir. Zaten hocası olan Socrates de insanlara bir
şeyler öğretme çabasından dolayı suçlu bulunup idam edilmiştir. Filme geri dönersek
muhbirin ve Ajan Smith’in anlaşması şu şekildedir; Cyper, Zion’un kodlarını
bilen Morpheus’u onlara getirecek, ajanlar da onun hafızasını silerek onu,
Matrix içinde yeni bir hayata başlatacaktır. Zion, mürettebattaki Tank ve
Dozer’in doğup büyüdüğü bir insan şehridir. Tabii ki, bu isim de tesadüfen
seçilmemiştir. Zion, Eski Ahit’in kaynağı olarak bilinen Yahudi İncil’inde
geçen bir şehir olup şu anki Kudüs’e denk gelir. Buranın üç semavi din için de
kutsal olduğunu varsayarsak film için önemi, yapay zekanın girmediği ve
direnişin koordine edildiği yer olmasıdır. Böylece buranın önemi, Kudüs ile
güzelce anlatılmış olur.
Neo, kahini görüp
duyması gerektiğini duyduktan sonra, tüm mürettebat terkedilmiş bir mekana
giderler ama yalnız değillerdir. Sonuçta ajanlar Cyper’dan her şeyin
ayrıntısını öğrenmişlerdir. Diğerlerinin kurtulması için kendisi arkada kalan
Morpheus, ajanlar tarafından yakalanırken Cyper, ilk çalan telefonla Matrix’ten
çıkar ve üç kişiyi öldürüp Tank’i yaralar. Trinity ile olan konuşmasında ise
hainimiz, “Bence Matrix bu dünyadan daha da gerçek olabilir” der. Bu kısmın çok
önemli olduğunu düşünüyorum. Zira bu replikle birlikte filmde ikinci kez bir
gerçeklik sorgulaması görüyoruz. Önce gerçek olmadığı iddia edilen dünya, şimdi
gerçek olabileceği düşünülen bir yere dönüşmüştür. Bence işte tam burada film,
ne kadar dahice yapıldığını ortaya koyuyor. Böylelikle The Matrix, gerçeklik
diye bir şeyin olmadığını, yaşadığımız evrenin, yalnızca simülasyon ve
simulakrlardan oluşan bir düzen olduğunu, izleyicinin kafasına iyice
yerleştiriyor.
Cyper’ın Tank
tarafından öldürülüp hayatta kalan iki kişi -Neo ve Trinity- “gerçekliğe” döndürüldüğünde
Neo, kahinin ona anlattığı, kendi benliği ve Morpheus arasındaki seçim için
kararını verir. Karakterimiz, kendisini özgürleştiren kişiyi kurtarmak için
kendi ruhundan vazgeçmiştir. Böylelikle onu yalnız bırakmayan Trinity ile
birlikte tekrardan Matrix’e girerler. Bu sırada Morpheus ile konuşan Ajan
Smith, “İnsanlar hastalıktır, bu gezegenin kanseridir. Siz bir salgınsınız. Biz
de tedaviyiz.” der. Buradaki asıl ironi, insanları enerji için kullanan bir sistemin
parçası olan duyusal programlardan birinin bunu söylemesidir. İnsanların tüm
dünyayı bir hastalık gibi yiyip bitirmesi ve her şeyi kurutması tabii ki göz
ardı edilmemeli, bu konuda hepimize muhteşem bir eleştiri gelmiştir.
Kısa süre için de
olsa ajanları etkisiz hale getirebilen Neo, yaralanan Morpheus’u da düşen
uçağın halatını tutarak Trinity’i de kurtarır. Gerek bu hareketi gerekse o
meşhur kurşunlardan kurtulma hareketiyle kendisinin seçilmiş kişi olduğunu
kanıtlar. Lakin asıl kendine inanması, Morpheus ve Trinity sistemden çıktıktan
sonra uyarıların aksine ortaya çıkan ajanı gördüğünde kaçmadan onunla
dövüşmesidir. Ajan Smith, Neo’ya hala Bay Anderson derken ilk rauntta buna ses
çıkarmaz karakterimiz. Bu da bize daha tam olarak inancının oluşmadığını, az da
olsa şüphelerinin olduğunu gösterir. Fakat bu durum, ajanın onu tren rayına
düşürerek gelen treni izlettiği sırada karakterimizin “Benim adım Neo.” diyerek
Smith’i alt etmesiyle biter. Artık kendisinin farkındadır.
Santralden aldığı
bilgiyle Neo, daha ilk sahnede Trinity ile karşımıza çıkan “Heart of the City
Hotel” mekanındaki “303” numaralı odaya gider. Burası yazının ilk başlarında
bahsettiğim gibi ruhsal yolculuk ve aşk ile dolu bir hayatın sembolüdür.
Trinity’nin bulunduğu bu odada şimdi de Neo’nun olması, ikisi arasında olacak
aşkı da Neo’nun ruhsal yolculuğunun tamamlanmasını da bize açıkça gösterir. Bu
yolculuğun tamamlanması da, ironik bir şekilde Ajan Smith sayesinde olur. Onun
silahından çıkan birçok kurşunun Neo’nun bedenine denk gelmesiyle karakterimiz
son nefesini verir ve tam ajanın “Görüşürüz, Bay Anderson.” dediği ve
Trinity’nin seçilmiş kişiye olan aşkı neticesiyle onu öptüğü anda Neo’nun kalbi
tekrar atar. Buradaki asıl önemli nokta, vurulmayla birlikte Neo’dan geriye,
Thomas Anderson kimliği ile ilgili hiçbir şeyin kalmamış, hepsinin ölmüş
olmasıdır. Karakterimizin elinde kalan sadece, Matrix ile birlikte ortaya çıkan
“O” kişidir. Aynı konuyu “Delilerin Kralı: “Joker” (2019) İncelemesi” adlı
yazımda da konuşmuştuk zaten. Bir insanın gerçekten ya da hayali olarak
vurulması, o kişinin, bırakmak istediği ve zaten git gide azalan kişiliğinin
sonu olur. The Matrix’de de Smith’in dediği gibi Anderson karakterine
veda ederiz.
Artık tamamen seçilmiş
kişiye dönüşmüş olan Neo, her tarafı olduğu gibi yani kodlarla görmeye başlar.
Ajan Smith’i öldürüp (bu sahnede de parçalanan adamdan ceset değil sert
plastiğe benzer şeyler fırlaması da çok ilginçtir.) gemiye geri döndüğünde
artık bambaşka biridir. Filmin son sahnesindeyse bir telefon konuşması yapan
Neo, tüm Matrix sistemine ayar verircesine, insanların hepsini kurtaracağını,
onların görmemesini istedikleri şeyleri göstereceğini dile getirir ama sistem
telefonu saptayamaz. Böylece film sona ererken Neo’nun karşısında, sistemin
artık bir şansının olmayacağı açıkça dile getirilmiş olur.
Sonuç olarak, 1999
yılında yayınlanmış olan The Matrix filminin, Jean Baudrillard, Jacques
Lacan gibi düşünürlerin teorilerinin kullanılması, ayrıntılı sembolik anlatıma
sahip olması, gerçekliği ve insanlığı sorgulatması açısından muhteşem bir film
olduğunu düşünüyor ve bu ayrıntıların, beni çok mutlu ettiğini de söylemeden edemiyorum.
Dahası film, sadece içinde bulunduğumuz değil, sonradan gerçekliği
“kanıtlanarak” bize gösterilen evrenin de kurgu olabileceği fikrini izleyiciye
işleyerek harika bir beyin fırtınası oluşturuyor. Okuyanlara teşekkür ediyor ve
herkesin hayatında en az bir kez izlediği The Matrix filminin incelemesini
burada bitiriyorum. İzleyiniz, izletiniz ve bu süreçte sorgulamayı hiçbir zaman
bırakmayınız.
Esma Nur Koçak
Yorumlar
Yorum Gönder