Zihnin Özgürlüğü: “The Matrix” (1999) İncelemesi

 


Gördüğümüz sırada, gerçek olduğuna inandığımız rüyalar varken tüm yaşadıklarımızın, basit bir rüyadan başka bir şey olmama ihtimalini hiç düşündünüz mü? Bu tecrübe ettiklerimizin, bir düş ya da başkaları tarafından tasarlanmış ve gerçeklikten uzak bir simülasyon olması ne kadar olağandışı? Belki de hepimiz, bir sanal gerçekliğin içinde, bundan habersiz olarak bizim için yazılan replikleri, tasarlanan hareketleri yaparken mutlu şekilde yaşıyoruzdur. Peki, bu halde yaşarken bu dünyanın bir illüzyondan başka bir şey olmadığı “gerçeğini” nasıl kavrayabiliriz? Ya da gerçekliğin ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Böyle düşünerek dünyayı, tecrübe ettiğimiz şeyleri, hatta okuduğumuz ve izlediğimiz her şeyi yavaş yavaş sorgulamaya başlarız. Bu bilinç ve sorgulamalar ise, herkes tarafından bilinip hayranlıkla izlenilen 1999 yapımı The Matrix filminin çıkmasını sağlamıştır çünkü ben, yönetmenlerin yapmaya çalıştığının, gerçeklik sorgulamasını insanlara ulaştırmak olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda da herkesin kafasına, o çok emin olduğu gerçeklik hakkında The Matrix ile birlikte büyük bir soru işareti bırakacağım.

1999 yılında vizyona girmiş olan ve hala insanların birbirine “kanka bunu mutlaka izle. Efsane ve çok şaşırtıcı bir film.” diye bahsedip konuyu bitirdiği, Wachowski kardeşler tarafından yazılmış ve yönetilmiş olan The Matrix, Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, Laurence Fishburne ve Hugo Weaving gibi önemli isimleri bünyesinde barındıran macera/bilimkurgu türünde bir filmdir. Bizi kodlarla karşılayan film, daha ilk başında buranın normal bir yer olmadığını izleyiciye göstermiş olur. Ardından da “303” numaralı odaya bir baskın düzenleyen polisleri görürüz. Baskın bize içerde çok tehlikeli ve kalabalık bir grubun olması gerektirdiğini düşündürse de içeride bulunan kişi, bilgisayarın başında arkası bize dönük olan siyah kıyafetli bir kadındır. Burada asıl dikkatimi çeken şey ise duvarda yazan “City Hoarding” yazısıdır. “Hoarding” kelimesi genel olarak ilan panosu olarak bilinse de bir diğer anlamı, istiflemedir. Peki nedir bu şehirdeki biriktirilenler? Bu sorunun cevabı insanlıktır ama detaylarına daha sonra bakacağız. Bu sahnedeki bir diğer önemli noktaysa bize gösterilen oda numarasıdır. Şu unutulmamalıdır ki filmlerde izleyiciye gösterilen hiçbir şey tesadüf değildir ve Numeroloji’ye göre bu sayının anlamı, kargaşanın hüküm sürdüğü bu dünyada, insanın kendi hayatına dönmek için çabalamasıdır. Ayrıca, planlanmadan çıkılan ve macera dolu bir ruhsal yolculuğu ve aşkla dolu bir hayatı da sembolize eder. Bir diğer deyişle film, daha ilk sahnesinde bize ilerde olacaklara dair bir fragman izletir.



Trinity ismine sahip olduğunu öğrendiğimiz bu kadın, kendisine saldıran polislerden kurtulur kurtulmaz, Morpheus’dan aldığı kaçış planına uymaya çalışırken onu takip eden ajanlarla birlikte, birbirine çok uzak çatılara atlama ve aşırı hızlı şekilde koşma gibi normalde insanların yapamayacağı hareketler yaptıklarını görürüz. Ardından çalan telefonu açarak ortadan kaybolan Trinity ile birlikte “Normal bir dünyada bu nasıl mümkün olabilir?” sorusu aklımızın bir köşesinde belirir ve belki de ilk defa gerçekliği sorgulamaya başlarız. Burada Trinity kelimesine ve anlamına dikkat etmenizi istiyorum. Bu kelime, Hristiyanlıktaki Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesi için kullanır. Bu bağlamda karaktere baktığımızda, kendisinin kutsal üçlemeyi taşıyan bir vasıta olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu üçlemedeki her bir kişinin kime denk geleceği ise ileride şekillenecektir.


Bu sahnenin ardından, daha önce ajanların muhbirden duydukları isim olan Neo karakterinin evine gideriz. Bilgisayarlar ve o zamanki teknolojik aletlerle dolu olan bir masada uyuyakalan karakterimiz, birden siyah ekrana kendi kendine yazılan “Uyan, Neo.” yazısıyla gözlerini açar. Bu sahnede benim dikkatimi çeken şey, Neo’nun programlanmış gibi uyan yazısı yazıldığı anda gözlerini açıp ekrana bakması oldu. Ayrıca devam eden yazıda, “Matrix sana sahip. Beyaz tavşanı takip et. Tık tık, Neo.” dediği anda kapı çalar ve karakterimiz, oturduğu “101” numaralı dairenin kapısını açarak Chai ismindeki müşterisinden parayı alıp onun için hazırladığı mini CD’yi almak için eline, Jean Baudrillard tarafından yazılmış olan “Simülakrlar ve Simülasyon” kitabını alır. Bu, gözden kaçırılmaması gereken bir detaydır. Zira Baudrillard bu kitabında, gerçeklik diye bir şeyin var olmadığını, içinde bulunduğumuz dünyanın, yalnızca gerçekliğin kopyası olan simülasyon ve gerçek olmayan bir dünyanın modellemesi olan simulakrlardan oluştuğunu ileri sürer. Ona göre, tamamen elimizden kaçmış ve kaybolmuş olan gerçeklik sadece böyle açıklanabilir. The Matrix’in senarist ve yönetmenleri de bu kitaptan etkilenmiş ve yazarın ismini ne kadar kullanmak isteseler de Baudrillard tarafından reddedilmişlerdir. Sonuçta tüm dünyanın bir hiper-gerçeklikten oluştuğunu ve mutlulukla yaşadığımız bu dünyanın, bir kurgudan başka bir şey olmadığını ileri süren bir düşünürün, ismini, kurgulardan oluşan dünyada üretilmiş başka bir kurguda kullanılmasına izin vermemesi çok doğal bence. Burada, dikkatimi çeken üç ayrıntı daha var; Neo ismi, kapı numarası ve “beyaz tavşanı takip et” yazısı. “Neo” kelimesine baktığımızda bunun, bir şeyin yeni, modifiye edilmiş ve modern versiyonu için kullanılan bir ek olduğunu görürüz. O halde, Neo karakteri, filmin içinde bulunduğu tüm dünya için bir yenilik demektir. Ayrıca, kapı numarasını gelirsek, bir sayısı, değişiklikler ve sıfır sayısı da ruhsal yolculuklar anlamına gelir. Bu doğrultuda, Neo’nun hayatının değişeceğini ve kendi ruhsal yolculuğuna çıkarak gerçekleri göreceğini rahatlıkla çıkarabiliriz. Bu sahnede son olarak dikkatimi çeken “beyaz tavşan” söylemi, beni direkt olarak Alice Harikalar Diyarında kitabına götürdü. Bu hikayede hayatından ve resimsiz kitaplardan çok sıkılmış olan Alice, beyaz tavşanı takip ederek başka bir dünyaya gider. Tavşan küçük kıza güvence vererek onu, yeni dünyaya götürecek bir yolculuğa çıkarır. Bu durum, hayatından sıkılmış ve bazı sorulara yanıt aramaya başlayan Neo için de aynıdır. Beyaz tavşanı takip ettiği takdirde sorularının cevabını almak adına başka bir dünyaya gidecektir. Öyle de olmuştur zaten.



Neo, beyaz tavşanı takip etse de Morpheus’a ulaşamadan gece biter ve sabahında Thomas Anderson ismiyle çalıştığı yazılım şirketine, onu aramak için ajanlar gelir. Onlar gelmeden önce Neo’nun eline geçen telefonla ona ulaşan Morpheus, onu uyarsa da cesaretle dediklerini yapamayan karakterimiz, ajanlar tarafından tutuklanır ve serbest bırakıldıktan sonra kendini yatağında bulan Neo’nun telefonu çalar. Morpheus, onun bir köprü altına gitmesini söyler. Karakterimizin, arabaya binip Trinity, Switch ve Apoc ile birlikte köprünün altından şehre doğru gittikleri sahne çok enteresan geldi bana. Dışarıda yağmur yağdığından köprünün bitimi aşağıya koyduğum görselde de göründüğü gibi bir şelaleyi andırır. Bu görüntü ise beni direkt olarak filmlerde, hazineleri ve muhteşem doğayı saklayan şelalelere götürdü. Hepimizin bildiği gibi kahramanlar bu şelaleden geçti mi, bir daha hayatları aynı olmaz çünkü bu keşifler onları tamamen değiştirmiştir. Bu durumdan sonra Neo’nun hayatında da böyle bir değişim beklemeye başladım. Zaten çok az bir süre sonra da bu değişim, Morpheus tarafından Neo’ya sunulmuş olan mavi ve kırmızı haplarla gerçekleşir. Mavi hap, hikayenin bitimi ve eski hayatına geri dönüşü ifade ederken kırmızı hap, “Wanderland” mekanında kalmasını ve tavşan deliğinin ne kadar geniş olduğunu simgeler. Buradaki tanım yine bizi, daha önce “beyaz tavşan” kısmında da bahsettiğim Alice in Wonderland hikayesine yönlendirir. Bu bağlamda baktığımızda, “Matrix nedir?” sorusunun cevabına, yalnızca bu dünyaya, Alice’in yaptığı gibi bir tavşan deliğinden geçmekle ulaşılır. Neo ise bunu kabullenip kırmızı hapı alır. Burada değinilmesi gereken bir diğer şey hapların rengidir. Kader, zeka, bilgelik gibi anlamlara sahip olan mavi rengi, gerçekliği, dürüstlüğü, aklı, bilinci ve anlamanın derinliğini sembolize eder. Kırmızı ise, enerjiyi, tehlikeyi, savaşı, gücü ve aşkı temsil eder. Peki bunlardan sonra, Neo neden kırmızı hapı seçti? Bunun en büyük nedeni, mavi hapın, sembolize ettiklerinin aksine zaten yalan ve yapaylık üzerine kurulmuş bir dünyada kalmaya devam etmesi anlamına gelmesidir. Karakterimiz daha bu bilgiye ulaşmasa da içten içe bunu hissettiği için Morpheus’u araştırıp buralara kadar gelmiştir.



Bu sahneden sonra bir sandalyeye oturtulan karakterimiz, kendine kırık bir aynadan bakar. Lakin kendini tamir eden ayna bir süre sonra bir portala dönüşür ve Neo’nun ona dokunmasıyla da vücudunu tamamen kaplar. Bize gerçekliğin bir yansımasını gösteren ayna, Lacan’ın Psikanaliz kuramı için çok önemlidir. Lacan’a göre, altı ile on sekiz ay arasındaki bebekler, kendilerini aynada gördükleri an, kendilerinin bütünden bağımsız bir birey olduklarını fark ederek kişilik algılarını geliştirir. Bu aşamaya da “Ayna Evresi” denir. Bir diğer deyişle, insanın kendi benliğini fark etmesi ayna ile olur. Bu bağlamda baktığımızda, Neo’nun gördüğü kırık ayna, kendisinde de kırılan, bozuk olan, herkesten farklı olduğunu hissettiğimiz bir şeyler olduğunu ama tam o sırada çatlaklarını tamir ederek her şeyin bir çözümü olduğunu bize anlatır. Ayrıca bu kırık aynadan kendini iki tane görür. Bu da bize, aslında Neo’nun içinde iki ayrı kişilik bulunduğunu ama aynanın kendi kendine düzelmesiyle birlikte, belki de Neo’nun ikinci kimliği olan Thomas Anderson’ı, bu macerada isteyerek kaybedeceğini anlatır. Bu arada Ayna Evresi hakkında daha detaylı bilgi almak isteyenler için aşağıya bir video linki bırakıyorum.

https://www.facebook.com/dusunbildergisi/videos/318546522215774/

Neo, ayna tarafından her tarafı kaplanıp acılar içinde kaldığında, kendini birden şeffaf bir kesenin içinde bulur. Bunu yırtarak çıktığında vücudunun belli yerlerinin bu keseye bağlı olduğunu görür. Bu sırada ise bir robot gelip karakterimizin  boynundaki büyük bağı Neo’ya acı vererek kesip onu bir kanala yönlendirir. Bu kanalın sonu ise su dolu bir yerdir ve yıkandıktan sonra dışarı çıkarılıp oturduğu sandalyede gözlerini açan karakterimize Morpheus, “Gerçek dünyaya hoş geldin” der. İşte burası tam olarak bir yeniden doğma sahnesidir. Gerek bir kesede, oraya bağlı olarak gözlerini açması, gerek bir kanala gönderilerek yıkanması, gerek bu süreçte acı çekmesi, doğum anının tekrar yaşanmasıdır ve bununla birlikte “gerçekliğe” ulaşmıştır. Yalnız bu doğumdan sonrası kolay olmamış, kaslarını güçlendirmek için akupunktur olduğunu düşündüğüm bir tedavi görmüştür. Bilinci yerine gelip daha iğneler vücudundayken Morpheus’a gözlerinin acıdığını söylediğinde aldığı cevap ise, onları daha önce kullanmadığıdır. Aslında Neo, insanlığın çok büyük bir kısmıyla birlikte hayatı boyunca o kesede yaşamış ve bazıları için besin olmuştur. Bu ana tekrar bakarsak, etrafta sayısız açılmamış kese olduğunu ve bunların uyanmayı bekleyen insanlar olduğunu anlarız. Burada ilk başta bahsettiğim istifleme konusuna tekrar gelmeliyim. Zira bizim gözümüze iliştirilen bu kelime, insanların istiflendiğini anlatmak ister.

Neo tamamen kendine geldiğinde, yaşadığı yılın 1999 değil 2199’a yakın bir zaman olduğunu öğrenir. İçinde bulundukları yer ise Morpheus’un “Nebuchadnezzar” adlı gemisidir. Tüm bunlardan sonra karakterimiz, Matrix’in tüm insanları içinde barındıran ve onlardan beslenerek hayatını sürdüren bir simülasyon olduğunu öğrenir. Yaşadığı 1999 yılı, aslında yapay zeka tarafından oluşturulan bir kurgudan başka bir şey değildir. Matrix kurulduğunda, içinden bir de insan çıkmış ve ilk kez birilerini özgür bırakıp onlara gerçeği öğretmiştir. Öldüğündeyse kahinler onun geri geleceğini iddia ederler ve Morpheus’a göre, herkesi kurtarıp Matrix simülasyonunu bitirecek olan da Neo’dur. Böylelikle isminin anlamı, tam olarak yerini bulmuş olur. Zira yeni dünyayı modernleştirecek ve yeni bir soluk getirecek olan kişi Neo’nun kendisidir. Ayrıca geminin ismi, ünlü iki Babil kralına aittir. Baba Nebuchadnezzar I, M.Ö. 1125-1104 yıllarında yaşamış ve yirmi iki yıl boyunca hüküm sürmüş olan, İsin hanedanlığındaki en önemli krallardan biridir. Oğlu Nebuchadnezzar II ise M.Ö. 605-562 yıllarında yaşamış olup Neo-Babil İmparatorluğundaki en güçlü hükümdar olarak bilinir. Bu bilgiden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; baba imparator, Morpheus ve onun tahtını devraldıktan sonra en güçlü imparator olan oğlu ise Neo’dur. Zira Nebuchadnezzar II olarak bilinen kralın, Neo-Babil zamanında olması bence bir tesadüf değildir. Ayrıca, bu sırada Trinity anlamına da açıklık getireyim. Daha önce de bahsettiğim kutsal üçlemedeki Baba, Morpheus; Oğul, Neo ve Kutsal Ruh da Matrix ile birlikte ortaya çıkan insanın ruhudur. Trinity’nin rolü ise bu üçlemenin vasıtası olmaktır.


Nebuchadnezzar gemisindeki mürettebattan biri olan Cyper, duyusal programlar olan ve sisteme bağlı kalarak her türlü yazılıma girip çıkabilen başta tanıştığımız ajanlardan biriyle (Ajan Smith) bir anlaşma yapar. İkisi de Matrix sisteminde yemek yemektedir. Bu sırada Cyper ajana, “Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. Dokuz yılın ardından ne fark ettim biliyor musun? Cehalet erdemdir.” der. Bu konuda Platon Mağara Allegorisi’nde, bilmenin, dahası bilen kişinin, bilmeyenleri ne pahasına olursa olsun bilgilendirmesinin erdem olduğunu bize açıkça gösterir. Zaten hocası olan Socrates de insanlara bir şeyler öğretme çabasından dolayı suçlu bulunup idam edilmiştir. Filme geri dönersek muhbirin ve Ajan Smith’in anlaşması şu şekildedir; Cyper, Zion’un kodlarını bilen Morpheus’u onlara getirecek, ajanlar da onun hafızasını silerek onu, Matrix içinde yeni bir hayata başlatacaktır. Zion, mürettebattaki Tank ve Dozer’in doğup büyüdüğü bir insan şehridir. Tabii ki, bu isim de tesadüfen seçilmemiştir. Zion, Eski Ahit’in kaynağı olarak bilinen Yahudi İncil’inde geçen bir şehir olup şu anki Kudüs’e denk gelir. Buranın üç semavi din için de kutsal olduğunu varsayarsak film için önemi, yapay zekanın girmediği ve direnişin koordine edildiği yer olmasıdır. Böylece buranın önemi, Kudüs ile güzelce anlatılmış olur.

Neo, kahini görüp duyması gerektiğini duyduktan sonra, tüm mürettebat terkedilmiş bir mekana giderler ama yalnız değillerdir. Sonuçta ajanlar Cyper’dan her şeyin ayrıntısını öğrenmişlerdir. Diğerlerinin kurtulması için kendisi arkada kalan Morpheus, ajanlar tarafından yakalanırken Cyper, ilk çalan telefonla Matrix’ten çıkar ve üç kişiyi öldürüp Tank’i yaralar. Trinity ile olan konuşmasında ise hainimiz, “Bence Matrix bu dünyadan daha da gerçek olabilir” der. Bu kısmın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira bu replikle birlikte filmde ikinci kez bir gerçeklik sorgulaması görüyoruz. Önce gerçek olmadığı iddia edilen dünya, şimdi gerçek olabileceği düşünülen bir yere dönüşmüştür. Bence işte tam burada film, ne kadar dahice yapıldığını ortaya koyuyor. Böylelikle The Matrix, gerçeklik diye bir şeyin olmadığını, yaşadığımız evrenin, yalnızca simülasyon ve simulakrlardan oluşan bir düzen olduğunu, izleyicinin kafasına iyice yerleştiriyor.

Cyper’ın Tank tarafından öldürülüp hayatta kalan iki kişi -Neo ve Trinity- “gerçekliğe” döndürüldüğünde Neo, kahinin ona anlattığı, kendi benliği ve Morpheus arasındaki seçim için kararını verir. Karakterimiz, kendisini özgürleştiren kişiyi kurtarmak için kendi ruhundan vazgeçmiştir. Böylelikle onu yalnız bırakmayan Trinity ile birlikte tekrardan Matrix’e girerler. Bu sırada Morpheus ile konuşan Ajan Smith, “İnsanlar hastalıktır, bu gezegenin kanseridir. Siz bir salgınsınız. Biz de tedaviyiz.” der. Buradaki asıl ironi, insanları enerji için kullanan bir sistemin parçası olan duyusal programlardan birinin bunu söylemesidir. İnsanların tüm dünyayı bir hastalık gibi yiyip bitirmesi ve her şeyi kurutması tabii ki göz ardı edilmemeli, bu konuda hepimize muhteşem bir eleştiri gelmiştir.

Kısa süre için de olsa ajanları etkisiz hale getirebilen Neo, yaralanan Morpheus’u da düşen uçağın halatını tutarak Trinity’i de kurtarır. Gerek bu hareketi gerekse o meşhur kurşunlardan kurtulma hareketiyle kendisinin seçilmiş kişi olduğunu kanıtlar. Lakin asıl kendine inanması, Morpheus ve Trinity sistemden çıktıktan sonra uyarıların aksine ortaya çıkan ajanı gördüğünde kaçmadan onunla dövüşmesidir. Ajan Smith, Neo’ya hala Bay Anderson derken ilk rauntta buna ses çıkarmaz karakterimiz. Bu da bize daha tam olarak inancının oluşmadığını, az da olsa şüphelerinin olduğunu gösterir. Fakat bu durum, ajanın onu tren rayına düşürerek gelen treni izlettiği sırada karakterimizin “Benim adım Neo.” diyerek Smith’i alt etmesiyle biter. Artık kendisinin farkındadır.



Santralden aldığı bilgiyle Neo, daha ilk sahnede Trinity ile karşımıza çıkan “Heart of the City Hotel” mekanındaki “303” numaralı odaya gider. Burası yazının ilk başlarında bahsettiğim gibi ruhsal yolculuk ve aşk ile dolu bir hayatın sembolüdür. Trinity’nin bulunduğu bu odada şimdi de Neo’nun olması, ikisi arasında olacak aşkı da Neo’nun ruhsal yolculuğunun tamamlanmasını da bize açıkça gösterir. Bu yolculuğun tamamlanması da, ironik bir şekilde Ajan Smith sayesinde olur. Onun silahından çıkan birçok kurşunun Neo’nun bedenine denk gelmesiyle karakterimiz son nefesini verir ve tam ajanın “Görüşürüz, Bay Anderson.” dediği ve Trinity’nin seçilmiş kişiye olan aşkı neticesiyle onu öptüğü anda Neo’nun kalbi tekrar atar. Buradaki asıl önemli nokta, vurulmayla birlikte Neo’dan geriye, Thomas Anderson kimliği ile ilgili hiçbir şeyin kalmamış, hepsinin ölmüş olmasıdır. Karakterimizin elinde kalan sadece, Matrix ile birlikte ortaya çıkan “O” kişidir. Aynı konuyu “Delilerin Kralı: “Joker” (2019) İncelemesi” adlı yazımda da konuşmuştuk zaten. Bir insanın gerçekten ya da hayali olarak vurulması, o kişinin, bırakmak istediği ve zaten git gide azalan kişiliğinin sonu olur. The Matrix’de de Smith’in dediği gibi Anderson karakterine veda ederiz.

Artık tamamen seçilmiş kişiye dönüşmüş olan Neo, her tarafı olduğu gibi yani kodlarla görmeye başlar. Ajan Smith’i öldürüp (bu sahnede de parçalanan adamdan ceset değil sert plastiğe benzer şeyler fırlaması da çok ilginçtir.) gemiye geri döndüğünde artık bambaşka biridir. Filmin son sahnesindeyse bir telefon konuşması yapan Neo, tüm Matrix sistemine ayar verircesine, insanların hepsini kurtaracağını, onların görmemesini istedikleri şeyleri göstereceğini dile getirir ama sistem telefonu saptayamaz. Böylece film sona ererken Neo’nun karşısında, sistemin artık bir şansının olmayacağı açıkça dile getirilmiş olur.


Sonuç olarak, 1999 yılında yayınlanmış olan The Matrix filminin, Jean Baudrillard, Jacques Lacan gibi düşünürlerin teorilerinin kullanılması, ayrıntılı sembolik anlatıma sahip olması, gerçekliği ve insanlığı sorgulatması açısından muhteşem bir film olduğunu düşünüyor ve bu ayrıntıların, beni çok mutlu ettiğini de söylemeden edemiyorum. Dahası film, sadece içinde bulunduğumuz değil, sonradan gerçekliği “kanıtlanarak” bize gösterilen evrenin de kurgu olabileceği fikrini izleyiciye işleyerek harika bir beyin fırtınası oluşturuyor. Okuyanlara teşekkür ediyor ve herkesin hayatında en az bir kez izlediği The Matrix filminin incelemesini burada bitiriyorum. İzleyiniz, izletiniz ve bu süreçte sorgulamayı hiçbir zaman bırakmayınız.

Esma Nur Koçak

Yorumlar