Dennis Lehane’in
2003 yılında basılmış aynı adlı romanından uyarlanan ve Martin Scorsese
tarafından yönetilmiş olan 2010 yapımı Shutter Island, başrollerini
Leonardo DiCaprio ve Mark Ruffalo’nun paylaştığı her bir ayrıntısı titizlikle
yapılmış gizem/gerilim türünde bir filmdir. Hikaye 1954 yılında, Boston Harbor
Adasında geçer. Film bizi, denizin ortasında tek başına bir adada yer alan
Ashecliffe isimli bir akıl hastanesine giden bir gemi ve devamlılık gösterecek
olan karanlık atmosferi ile karşılar. Teddy (DiCaprio) yeni ortağı Chuck
(Ruffalo) ile kaçılması imkansız bu akıl hastanesinden kaçan Rachel Solando
isimli hastayı soruşturmak için yola çıkmış iki federal dedektiftir. Karakterlerle
ilgili ilk gördüğümüz şey, Teddy’nin büyük dalgalardan dolayı istifra etmesidir.
Yani Teddy seyirci ile karşılaştırılırken onun için verilen ilk bilgi, saflığın
ve yaşamın kendisini simgeleyen sudan korktuğudur. İkinci bilgi ise, yeni
partneri ona sevgilisi ya da karısı olup olmadığını sorduğunda birden Teddy’nin
beyninin içine girmemiz ile verilir. Karakterimiz yeşil ve sarı tonlarının
hakim olduğu bir koridora götürmüştür bizi. Kendine gelince de o dairede yokken
apartmanda bir yangın çıktığını ve eşi ile birlikte dört kişinin hayatını
kaybettiğini açıklar. Lakin ona göre buradaki önemli nokta, eşinin yangından
değil de dumandan zehirlenerek ölmesidir.
Adaya vardıklarında atmosfer hala karanlık ve
sislidir. Onlar daha inmeden kaptan, adanın kayalıklara çevrili olduğunu ve tek
giriş çıkışın şu an yanaştıkları liman olduğunu dile getirir. Bu önemli bir
detaydır çünkü cezai ehliyetleri olmayan akıl hastalarının kaldığı bu hastaneye
giriş var ama çıkış yoktur. Aynı konuya “İnsanlığın Ölümü: “Dogville” (2003)
İncelemesi” adlı yazımda da değinmiştim. Eğer bir yerde giriş ve çıkış aynı
yerdense, bu, bir nevi çıkışın olmadığı bir kapana kısılmak demektir bizim için.
Zira tüm girişlerin farklı bir yerden çıkışı olmalıdır. Aksi takdirde Dogville
filmindeki Grace gibi, karakterlerimiz bu bölgeden çıkmakta zorlanacaktır.
Ayrıca dedektifler gemiden inince kaptan, tekrar denize açılacaklarından dolayı
hızlı olmaları gerektiğini söyler. Sonuçta fırtına yaklaşıyordur. Peki bu
fırtına, sadece zaten bize kasvetten başka bir şey vermeyen havayı mı
etkileyecektir, yoksa tüm insanları birbirine mi katacaktır? Bunu ilerde
göreceğiz.
Daha akıl hastanesiyle tanışmadan şunu da eklemeliyim
ki “Ashecliffe” ismine baktığımızda, ash ve cliff kelimelerinin anlamlarının
kül ve uçurum olduğunu fark ederiz. Hastanenin dört bir tarafının uçurum
olduğunu zaten biliyoruz. Peki ya kül? Bu kelime belki de bir şeylerin,
birilerinin, hatta gerçekliğin ya da hayallerin çoktan burada yanıp bittiğini
ve geriye sadece küllerinin kaldığını anlatmak istiyordur.
Müdür Yardımcısı McPherson, onları arabayla hastaneye
götürürken bize, Ashecliffe Mezarlığında yer alan bir yazı gösterilir “Remember
us for we too have lived, loved and laughted” (Yaşamış, sevmiş ve gülmüş olan
bizleri de hatırla.) Bu yazı aslen Medfield, Massachusetts’te yer alan Vine
Lake Mezarlığına aittir ve 1918 yılında 18 ay içinde İspanyol gribinden dolayı
hayatını kaybeden yaklaşık 100 milyon insan için yapılmış olan anıtın üstüne
yazılmıştır. İlk gördüğümde bunun burada ne işi var diye düşünmedim değil açıkçası.
Yani İspanyol gribinden ölenler için yazılmış bir yazı neden bir akıl
hastanesinin mezarlığında çıksın ki karşımıza? Buranın, cezai ehliyetleri
olmayan akıl hastaları ile dolu, “tuhaf” ve “sıra dışı” şeylerin hep yaşandığı
bir yer olduğunu biliyoruz. Atladığımız kısım is hastalar ne kadar farklı
şeyler yaparsa yapsın onlar da birer insandır. Belki de bu düşünce, gözümüze sokulmuş
olan bu yazıyla bize söylenmek istenmiştir.
Buraya asıl gelme nedenleri olan ve 24 saat içinde bu
hastaneden bir şekilde kaçmış olan Rachel, üç çocuğunu evinin arkasındaki göle
teker teker götürerek boğmuştur. Fakat bunların hiçbirini kabul etmeyip kendi
gerçekliğini kurmuş olması da film için unutulmaması gereken bir detaydır. Bu
hastanenin psikiyatristlerinden olan Dr. John Cawley’den, Rachel’ın kocasının Normandiya
kıyılarında öldüğünü öğrenen Teddy, kendini her yerde ceset olan karlı bir
günde bulur. Tüm yapaylığın ortasındaysa, gerçekliğiyle ve karlı havada üstünde
kısa kollu çiçekli bir elbise olmasından dolayı “Bu kızın burada ne işi var yav”
diye düşündürüp dikkatimizi çeken küçük bir kız çocuğunun cesedi vardır. Bu
dikkat çeken detayın, ilerde önemli bir yere sahip olacağı bize böylece anlatılmış
olur. Tam bu esnada düşlerinden uyanan karakterimiz hemen işine geri döner ve
Rachel’ın odasında tüm film boyunca araştırdığı minik bir kağıt parçası bulur.
Üzerinde “4 Yasası ve 67 kim?” yazmaktadır.
Bu günün akşamında polislerimiz Dr. Cawley’nin evine
gider ancak tek misafir kendileri değildir. Odada doktorun bir meslektaşı da
vardır; Dr. Naehring. Bu beklenmedik misafir, Teddy’i kışkırtırcasına “Tanrıya
inanır mısınız, dedektif?” diye sorduğunda karakterimiz, doktorun ölüm kampı
görüp görmediğini sorar. Hayır cevabına ise Almanca konuşarak karşılık verir.
Kendisi Dachau’nun kurtuluşunda bulunmuştur ve doktorun İngilizcesi ne kadar
iyi olursa olsun, sessiz harfleri fazla sert söylemiştir. Burada toplama
kampının bize söylenilmesi bir tesadüf değildir. Zira Dachau Toplama Kampı,
1933 yılında politik suçlular için açılan bir Nazi toplama kampıdır. Burada yaşanılan
zulümleri bitirmek adına 1945’de oraya giden Amerikan birlikleri tarihi
söylentilere göre, masum veya suçlu ayırmaksızın çoğu kişiyi öldürmüştür. Zaten
karakterimiz de bu kampta savaş değil katliam yaptıklarını da açıkça
söylemiştir. Bu bağlamda baktığımızda, Teddy’nin savaşta gördüğü ve yaptığı tüm
şeylerden sonra, Alman asıllı birini görünce böyle davranması hiç de absürt
değildir. Zira ona, kendi yaptıklarını hatırlatır. Dahası, Dr. Naehring’in, psikolojik
rahatsızlıkları olan hastaları daha uysal hale getirmek için, beyindeki koku
hariç neredeyse her duyusal sinyal için kullanılan talamus adındaki kısmın alınarak
hastaların bir nevi yürüyen ölülere dönüştürüldüğü lobotomi operasyonunu
desteklediğini de ilerde göreceğiz. Bu da karakterimizin Alman doktoru
sevmemesinin bir diğer örneği olabilir.
Bu hareketli günün ardından uyuyan Ted, rüyasında bizi
yine sarı ve yeşil ağırlıklı bir eve götürür. Sarılı, yeşilli elbise giymiş bir
kadın elindeki alkol şişesiyle gelir ve “hiç ayık olmayacak mısın?” diye sorar Teddy’e.
Buradaki sarı ve yeşil renkler çok önemlidir. Zira renklerin anlamlarına
baktığımızda, sarı özellikle akıl hastalıklarının, yeşil ise ölümsüz yaşamın
sembolüdür. Kısa bir konuşmanın ardından kadın gitmek istese de karakterimiz
ona sarılır ve gitmesine izin vermez. Bunun üzerine Laeddis adında birinin hala
burada olduğunu söyleyen kadın, Teddy’nin kolları arasında kül olup gider. Tam
gitmeden önceki o sarılma anı, beni direk olarak Avustralyalı ressam Gustov
Klimt’in Art Novveau akımına ait The Kiss resmine götürüyor. Gerek
kullanılan renkler, gerek sarılma sahnesi birbirine gerçekten de çok benzer. Bu
resimde çift, kendilerini saran altın renkli çerçeve ile tüm dünyadan
soyutlanmış olsa da erkeğin sıkıca sarıldığı kadının ayakları uçurumdadır. Yani
böylelikle sadece tutku değil, aynı zamanda ölüm ve yaşam arasındaki çizgi de
çok güzel şekilde yansıtılmıştır. Aynı bu tabloda olduğu gibi Teddy de eşini
sıkıca sarmış ve onları çerçeveleyen hayal dünyasında onu bırakmak
istememiştir. Lakin kendisi bırakmasa da kadın solup gitmiştir. Bu arada Art Novveau
akımını merak edenler ve mimari, sanat, edebiyat uzantılarını kısaca bilmek
isteyenler için aşağıya bir flood bırakıyorum.
https://twitter.com/wandererwizard/status/1304847007752892417?s=09
Rachel’ı bulmak adına hastalarla konuşmaya başlayan dedektiflerimizin karşısına Bayan Kearns gelir. Bu kadın buradaki çoğu kişiye göre normal gözükür ama kendisini döven eşini baltayla öldürdüğü için pek de normal olmadığını ama kendisi dövülürken kimse yardım etmiyorsa bunun anlaşılabilir bir durum olduğunu dile getirir. Bu konu ise beni Suç ve Ceza kitabına yönlendirdi. Raskolkinov, dünyayı daha iyi bir yere çevirmek ve aslında suç sayılmasa da işi insanları kandırmak olan bir kişiye adalet getirmek amacıyla bu kişiyi baltayla öldürür. Sonraysa kendi kendinin hem yargıcı hem avukatı hem sanığı hem mahkumu hem de hapishanesi olmuştur. Bayan Kearns da bir nevi böyle bence. Yaptığının bir cinayet olduğunu ama bunu iyi bir şey uğruna yaptığını kabul edip herkes için kendisinin burada kalmasının daha iyi olacağını düşünür. Böylelikle de kendisini Raskolnikov kadar olmasa da cezalandırmış olur.
Bu filmde gerçekten yaşanılanların dışında bir de
Teddy’nin “flashback” durumları vardır ki bunların çok önemli olduğu, şu ana
kadar incelediğimiz yerlerden rahatlıkla çıkarılabilir. Bunların bir diğer
örneği de, Rachel’ın kendi kendine geri dönüp dedektiflerin onu sorgulamasından
sonra, Teddy fenalaşıp uzun bir uykuya daldığında yine karlı ve ceset dolu o
ana geri gitmesidir. Bu sefer farklı olansa o çiçekli elbise giymiş kızın
cesedinin, ölü Rachel’a sarılı olmasıdır ve birden kız gözlerini açıp uzun uzun
dedektife bakıp ardından “Beni kurtarman gerekirdi, hepimizi kurtarman
gerekirdi.” der. Artık bu kızın, Teddy’nin kişisel bir travması olduğu açıkça
ortaya çıkmıştır. Belki de eşi dahil dört kişinin öldüğü o yangındaki diğer üç
kişi onun çocuklarıydı. Zaten bu fikir de aynı uyku sırasında Teddy’nin gördüğü
rüyada ispatlanır. Bu sefer Rachel, su ve kanlar içinde ayakta dururken
ayağının dibinde üç çocuk vardır ve birisi de her zaman gördüğü o kızdır. Yani
buradan anlıyoruz ki Teddy sadece eşini değil aynı zamanda çocuklarını da
kaybetmiş olsa da bu, kimseye söylemediği bir çeşit sır gibidir.
Fırtınadan dolayı elektriklerin gitmesini ve ıslanan
kıyafetlerinden dolayı giydikleri görevli üniformalarını fırsat bilen Chuck ve
Teddy, tehlikeli hastaların bulunduğu C koğuşuna gizlice girerler ve dedektife daha
önceden bura hakkında her şeyi anlatan kişi olan George Noyce ona, Laeddis’in
fenerde olduğunu söyler. Sonuçta buradan transfer edilenlerin gidebileceği tek
yer fenerdir. Gemilere rehberlik eden deniz feneri, güvenliği temsil ettiği
gibi aynı zamanda riski ve tehlikeyi de simgeler. Yani ilerleyen bu yolda
Teddy’nin, hem sıkıntıları ve tehlikeleri hem de güvenliği ve rehberliği
bulabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bilginin üzerine Teddy, Chuck’ı
uçurumda bırakıp fenere tek gitmeye karar verir. Lakin yol bitip de geri
döndüğünde ortağı ortadan kaybolmuştur. Geriye kalan tek şey ise, Chuck’ın
yarısı içilmiş ve yanmaya devam eden sigarasıdır. Bu görüntü bize, Ashecliff’te
hiçbir şeyden emin olunamayacağını ve gerçek ile hayal arasındaki farkın bu
hastanedeki normal ve deli arasındaki fark gibi silikleştiğini gösterir.
Teddy, ortağının aşağıya düşüp düşmediğini kontrol
etmek için kayalıklardan inip denize ulaştığında yukarı bakar ve minik bir
mağaranın içinde yanan ışığı görür. Buradaki kişi gerçek Rachel Solando’dur.
Karakterimiz bu esnada kendi tezini kanıtlayacak şeyler duyar; burada
yapılanlar insanlık dışıdır. Deniz fenerinde insanların beyni yıkanmakta ve
lobotomi yapılmaktadır. Bu kısmın en ilginç tarafı ise Rachel’ın söylediği her
şeyin, Teddy’nin düşündükleriyle tam olarak uyuşmasıdır. Bu da insanın aklına
“Ya acaba başka bir şeyler mi dönüyor?” sorusunu getiriyor açıkçası. Sonuçta bu
iddiaların tam olarak uyuşması ne kadar olağan olabilir ki? Zaten kısa bir vakit
sonrasında Rachel Solando diye birinin yaşamadığı, bir hayal ürünü olduğu
ortaya çıkacaktır.
Ted mağaradan çıkıp görevli tarafından bulununca, onu
direk Cawley’nin yanına götürürler. Artık gitme zamanı gelmiştir ama ne zaman
ki ortağını sorar, o zaman doktor, Teddy’nin buraya yalnız geldiğini belirtir.
Bu sefer doktor konuyu Chuck’a getirdiğinde karakterimiz, onun kim olduğunu
sorarak izleyiciye ne kadar zeki olduğunu ispatlar. Adadan ayrılmak için hazırlanırken
duş alır ve böylece bu adada yapılan kirli şeylerin etkisinden tamamen temizlenir.
Fakat daha işi bitmemiştir. Böylelikle Teddy’nin temiz kalmaktan hoşlanmadığını
ve elinde olan her ihtimali değerlendirme çabasında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Kaçarak fenere ulaştığında artık riskli olmasına
rağmen aynı zamanda ona güvenlik de sağlayacak o bilgiye ulaşır. Böylece deniz
feneri sembolik anlamını tamamlamış olur. Peki nedir gerçekler? Tüm film yana
yana aradığımız Andrew Laeddis aslında disosiyatif kimlik bozukluğu sahip Teddy,
yani tam adıyla Edward Daniels’dır ve iki yıldır bu hastanede tedavi
altındadır. Bir diğer deyişle altmış yedinci hasta dedektifin ta kendisidir. Rüyalarına
giren eşi ise akli dengesi yerinde olmamasına rağmen karakterimizin bunu asla
kabul etmediği Dolares’dir. Lakin bir gün eşi, göl kenarında üç çocuğunu (çiçekli
elbisesi ile birçok kez karşımıza çıkan kız -Rachel- da dahil) boğarak öldürür.
Olayı gören Andrew ise acısından ve eşinin, onu özgür bırakmasını istemesinden
dolayı onu karnından vurarak hayatına son verir. Bu bağlamda baktığımızda,
Dolares’in hep sarı ağırlıklı elbiselerle karşımıza çıkmasını, sadece
psikolojik rahatsızlığına değil, aynı zamanda engizisyon sırasında vatan haini
olarak ölüme mahkum edilen insanların bir nevi damgalanarak sarı kıyafetler
giymesine bağlayabiliriz. Sonuçta Andrew’un gözünde eşi, çocuklarını öldürerek
kendi idamını hazırlamış bir vatan haini olmuştur. Ayrıca elbisesindeki yeşil rengin
sahip olduğu ölümsüz yaşam anlamı ise, Dolares’in Andrew’un zihninde hep var
olacağının göstergesidir. Dahası karakterimiz, eşini vurduktan sonra dört ölü
bedenin olduğu evi yakar. Yani nefret ettiği Laeddis, kendisi ve yangında hayatını
kaydeden dört kişi de ailesidir.
Andrew’un başka bir kimlik oluşturmasının sebebi ise üç çocuğunun ve özellikle kızı Rachel’ın ölümünden kendisini sorumlu hissetmesidir. Zira eşinin hastalığını kabul etseydi, çocukları şu an hayatta olabilirdi. Bundan dolayı olayları hatırlamak isteyemeyen Andrew Laeddis, ismindeki harflerin yerini değiştirip kendine Edward Daniels kimliğini oluşturur. Lakin her şey böyle bitmeyecek, bir de Dolares gerçeği olacaktır. Bunun için de eşinin evlenmeden önceki soy ismini kullanarak Dolares Chanal’ı Rachel Solando karakterine çevirir. Böylece ortada artık kendini suçlayacak bir durum da kalmamıştır. Bununla birlikte iki ayrı kişiden dört farklı kişilik çıkarmasıyla “dört yasası” olayının da gizemi çözülmüş olur. Bu arada aynı kelime oyunu başlıkta da vardır; “Shutter Island” kelimelerindeki harflerin yer değiştirmesiyle “truths/denials” (gerçekler/inkar edilenler) karşımıza çıkar. Bu ise zaten tüm filmin özeti gibidir.
Bunlardan sonra tüm filmi, bunun, Teddy olarak
bildiğimiz karakterin, onun için tek çare olarak görülen lobotomi operasyonuna
alınmaması için bir oyun olduğu bakış açısından tekrar değerlendirirsek birçok
detayın çok daha anlam kazanacağı kesindir. Filmin akışına geri dönersek her
şeyi hatırlayan Andrew, ertesi sabah yine kendi oluşturduğu kimlikteki gibi
hareket eder ve zaten ilk gördüğü andan beri nefret ettiği ve Dr. Naehring’in
yanına lobotomi için gitmeden Chuck olarak bildiğimiz ama aslında umutları söküp
atan bu hastanın psikiyatristi Dr. Sheehan’a dönerek “Buradayken bir şey merak
etmeye başladım. Acaba hangisi daha kötü olurdu, canavar olarak yaşamak mı,
yoksa insan olarak ölmek mi?” diye sorar. İşte burası Shutter Island
filmindeki belki de üzerine en çok tartışılabilir olan repliktir. İnsanlar “O
zaman deli değil bizim dedektif” diye düşünüyor ama bence asıl sorgulanması
gereken şey, karakterin akıl sağlığı değil de filmin, Antik Yunan dönemindeki tiyatro
oyunlarıyla başladığı düşünülen ve günümüze kadar Aristoteles’ten Kant’a birçok
filozof tarafından irdelenmiş bir konu olan “Kader mi özgür irade mi?” sorusuna
verdiği cesur cevaptır. Bu kısmın kitapta olmadığını düşünürsek, bu tartışmaya
getirilen “Kesinlikle özgür irade dostlar. Dağılın şimdi hadi” cevabının,
senaryo yazarına (Laeta Kalogridis) ve yönetmene (Martin Scorsese) ait olduğunu
düşünüyorum. Ayrıca sadece “twist” dediğimiz filmin tamamen zıt yöne
çevrilmesiyle değil, akıl hastası olarak bilinen bir adamın, artık kimseye
zarar vermek istemediği için özgür iradesiyle kendini bir nevi zombiye
dönüştürecek olmasıyla da bu film, izleyici muhteşem bir şekilde şaşırtıyor.
Sonuç olarak 2010 yapımı Shutter Island
filminin, atmosferiyle, beyin jimnastiği yaptıran senaryosuyla ve muhteşem
oyunculuğuyla hem izleyiciyi hayran bırakan hem de fazlaca gerebilen, türünün
çok güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. Tüm bu yazılanlardan sonra filmi
tekrar düşünüp kendi yorumunuzu getirmenizi tavsiye ediyor ve her zamanki
şekilde noktalıyorum yazımı; izleyiniz ve izletiniz.
Esma Nur Koçak
Yorumlar
Yorum Gönder