Av mı Avcı mı: “Av Mevsimi” (2010) İncelemesi

 

2010 yapımı Av Mevsimi, Yavuz Turgut tarafından yazılmış ve yönetilmiş olup bünyesinde Şener Şen, Cem Yılmaz, Melisa Sözen, Okan Yalabık gibi iyi oyuncuları barındıran polisiye/gerilim türünde bir filmdir. Avcı lakaplı Ferman, deli olarak bilinen İdris ve eleman azlığından yanlarına aldıkları çömez olarak çağrılan aslında antropoloji mezunu Hasan’ın bir cinayeti araştırmalarını konu alan bu film, daha ilk başından izleyiciyi çöple dolu, ağaçların bile yeşilliğini göremediğimiz kasvetli bir bataklığa götürür. Her yer karanlık ve sislidir. Tam bu sırada genç bir kadının sesini duyarız: “Dün gece ay vardı. Başımı kaldırıp bakamadım. Ayın görüntüsü suya yansımıştı … Korkmuyorum. Burası çok huzurlu belki ondan. Hep böyle yatsam olabilir, yeter ki canımı yakmasınlar. Buraya beni o getirdi. Savurdu her yere ve gitti.” Burada genç kadının bahsettiği ay çok önemlidir. Zira ay ışığının tüm gerçekleri nasıl ortaya çıkardığını “İnsanlığın Ölümü: “Dogville” (2003) İncelemesi” adlı yazımda da dile getirmiştim. Ay ışığı gecemizi nasıl aydınlatıyorsa, metaforik olarak da edebiyat ve film dünyasında gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarır. Yalnız bu anlatımda ay ışığının su birikintisinden yansıması da gözden çıkarılmamalıdır. Bu bağlamda baktığımızda, gerçeklerin ortaya çıkacağını ama bunun biraz geç olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Duyduğumuz bu sesten sonraysa ağaç dalları arasında bir el gözükür.


Üçlümüz karakoldan çıkıp olay yerine geldiklerinde, deli karakterimiz İdris şaka olsun diye bu kesik kolu arkası dönük olan Hasan’a, arkadaşına merhaba demesini isteyerek uzatır. Bakmadan hemen bu eli sıkan Hasan, hafif bir korku ile hemen elini üzerine siler. Olay yerinden sonra lokantaya gidip birçok kez elini yıkadıysa da, bu koku çıkmaz. Buradaki el temizleme isteği çok önemlidir çünkü Hasan cesede dokunarak kendini bu cinayetin bir parçası olarak hissetmiş olabilir. Ayrıca seri katiller üzerine tez yazmak isteyen, bu yüzden de birçok araştırma yapan ve de zaten iskeletler gibi fiziksel yapıyla insanlık tarihini araştıran bir bölümden mezun olan bir karakterin, cesetten bu kadar korkması da ironiktir. Zira bu hareketiyle istediği her şeye ters düşmektedir.

Laboratuvarda yapay olduğu gözümüze sokulan bu kesik el incelenirken, tırnakların içinden doku ve parmak izi çıkarılır. İşte tam bu sırada ilk başta duyduğumuz o genç kadın sesi tekrar belirir ve dedesinin, her elin bir hikayesinin olduğunu söylediğini dile getirir. Bu sesin anlam veremediği bu olay, kendi elinde bulunan dokularla hayatının kim tarafından sonlandırıldığı hakkında bir hikaye dile getirerek anlam kazanmış olur.

Parmak izi sonucunda bu elin, torbacılıktan tutuklanıp delil yetersizliğinden serbest bırakılmış olan 16 yaşındaki Pamuk Seyhan’a ait olduğu anlaşılsa da sistemdeki adresi bir arkadaşına aittir ve o da kötü itibarı olan ve Pamuk’u birçok kez dövdüğü bilinen torbacı sevgilisi Asit’in ismini verir. Onu yakalamaya gittiklerinde işler ters gider ve çatışma başlar. Suçlulardan biri  o an dışarıda bekleyen çelik yelek giymiş Hasan’a, bir el ateş ettikten sonra mermisi biterç Bunu bilmeyen İdris, çömezi korumak adına tek bir kurşunla bu suçluyu öldürür. Bunun üzerine bu olaydan etkilenen Hasan, o adamın istese bile kendisini vuramayacağını söylediğinde İdris, yaptıkları işte her türlü pislik olduğunu söyler. Bu izleyici için biraz rahatsız edici olabilir. Sonuçta, insanların güvenliğini sağlamak için çalışan bir birimin pis işlerle dolu olduğunu duyuyoruz. Bu söylemin ardından kendi elini kirletip kirletmediğini anlamak adına tekrar elini koklar Hasan ama geri dönüşü olmayan bir şekilde kirlenmiştir ve Artık elinden yayılan tek şey ölümü hatırlatan ceset kokusudur. Hasan ne kadar çok istemiş olsa da psikolojik olarak hazır değildir bu işlerin içine girmeye. Eliyle yaşadığı o bitmek bilmez sorun da bunu bize açıkça gösterir.

Ferman ve İdris, Asit’ten Pamuk’un gerçek evinin adresini aldıklarında ilk iş olarak Hasan’ı ararlar. O an evinde bir kanepenin üzerinde kucağında Fikret Topallı’nın Seri Katiller kitabı ile uyur karakterimiz. Burada gösterilen kitap içeriği nedeniyle film için bende büyük bir umut oluşturmuştu. Aynı bu kitapta ismi geçen, çocuk katilliği ve sırf merakından dolayı yediği bir kız çocuğu ile bilinen Albert Fish, cinayetin yanında ölülere düşkünlüğünden dolayı birçok akla hayale gelmeyen şeyler yapmış Ed Gein, en çok nefret ettiği insan olan annesinin kafasından dart tahtası yapan Edmund Kemper gibi literatüre geçmiş korkunç insanlardan ilham alınıp daha karanlık, gerici ve değişik nedenlerle yapılmış daha zekice saklanmış bir cinayet beklemiştim açıkçası. Tabii film bittiğinde bunun sadece bir reklam olduğu ve senaryoya hiçbir şey katmadığı çok açık bir şekilde göründü.



Pamuk’un ailesi ziyaret edildiğinde, babası, Pamuk’un ölümü hak ettiğini dile getirir. Zira yerini oğluna teslim etmeden önce kendisinin yıllarca bahçıvanlığını yapmış olduğu Battal Çolakzade onunla evlendiği halde, Pamuk bu durumdan memnun olmayıp kaçmıştı. Kadının memnun olmadığı hayattan kaçma çabası da bir “ölümü hak etme” olarak çıkar karşımıza. Bu bilgilerin ardından, Pamuk’un odasına giren Ferman, bembeyaz bir oda ile karşılaşır (4.28-5.32 dakikaları arasında bulabilirsiniz). Buradaki beyazlık, maktulün masumluğuna ve çocukluğuna açık bir göndermedir. Bu beyaz odada beyaz bir şifonyer vardır. Bunun üzerindeyse içinde biri büyük biri küçük olmak üzere beyaz renkli iki uçan at olan bir kar küresi ve sallanan sandalyede oturan bir bebek bulunur. Lakin gölgeleri kendileri kadar sevimli değildir. İlk olarak kar küreleri, üzerleri camla kaplı olduğu düşünürlerse, tüm dünyadan soyutlanmış, içinde güzel biblolar barındıran ve müzik çalabilen eşyalardır. Bu bağlamda baktığımızda, Pamuk ve annesinin, bir cam fanusun içine girmeleri, gerçek dünyanın acımasızlığından ve evde görülen şiddetten kendilerini korumak adına attıkları bir adım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Annesini eklememin sebebiyse kızına olan sevgisi ve kar küresinde bulunan büyük attır.


Ayrıca gölge konusuna gelirsek gerek kar küresi gerekse sandalyedeki bebek çok tatlı görünseler de gölgeleri, bu çocuksu sevimliliği ortadan kaldırır. Gölgelerin gerçekliğin bir yansıması olduğunu düşünürsek, buradaki oyuncak gölgelerinin, gerçekliğe pek de benzemediğini görürüz. Belki de gerçekler, bu oyuncaklar gibi çocuksu ve güzel değil, yansıtılanlar gibi kötü, acımasız ve korkunçtu. Bu konuyu Platon’un Mağara Alegorisi eseriyle bağdaştırırsak, bu benzetmede yer alan, doğumundan beri mağaraya zincirlenmiş ve gördükleri tek şey mağara girişinden geçen canlıların ya da bir diğer anlatıdaki ateşin önünde sergilenen kukla gösterisinin gölgeleri olan ve bu gördükleri yansımaları gerçek sanan insanlar gibidir bu filmdeki herkes. Böylelikle kendi gördüklerini gerçek sanıp asıl gerçekliği kabul etmezler. Dahası onların gözünü açmak isteyen insanlara inanmamak için ellerinden geleni yaparlar çünkü cahillik kadar insanı mutlu eden başka bir şey yoktur dünyada. Bu perspektiften baktığımızda, Battal Çolakzade, onlara iş veren ve onlar için mükemmelliği sorgulanamaz bir insandır. Mağara Alegorisi ’nden tek farkı, bu eserde gölgeler gerçek sanılırken, Av Mevsimi filminde Pamuk’un gerçekliğini ve yaşadığı acıları tamamen yansıtan bu oyuncak gölgelerin tamamen bir illüzyon olarak anlaşılmasıdır. Yani Platon’un eserindeki yansımalar, bu filmdeki gerçeklerdir. Bu eseri bilmeyenler için aşağıya bir video bırakıyorum.


İlerleyen kısımlarda karakterimizle konuşan Battal Bey, Pamuk kaçtıktan sonra isteseydi onu getirebileceğini ama kaçan bir kadının, onun evinde yeri olmadığını söyler. Ayrıca böyle bir kadının peşine polislerin takılmasına gerek olmadığını, eğer bir şey varsa kendisinin bunu halledebileceğini dile getirir. Yani karşımızda tam anlamıyla eril düzenin büyük bir parçası haline gelip kendi “adamlığını”, “şerefini” ve “namusunu” korumak için her şeyi yapabilecek bir adam portresi çizilir. Holding sahibi olan bu zengin adamın, babasının izinden gidip “Dünyanın düzeni budur. Avlar ve avcılar vardır. Siz de buna karar vereceksiniz; av mı olacaksanız, avcı mı?” sözüyle gerek insan gerek hayvan avında iyi olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Biraz da insana komik gelen ve tüm filmin zevkini bozan bir diğer ayrıntıya değineyim. Asit Ömer, Çolakzade hakkında bildikleri olduğunu ve bazı istekleri yerine getirildiğinde hemen konuşacağını söyler. Bunun üzerine tam istekleri gerçekleşip konuşmak için hazır olduğunda, adliye binasının kapısında Pamuk’un abisi olan Vakkas belirir ve Asit’i silahla vurarak öldürür. İşte tam bu sırada insan, “adliyede bir cinayet nasıl bu kadar basit olur” ile “ya burası Türkiye olur belki” ikileminde kalıyor ve seyir zevki kayboluyor.

İdris’in boşandığı eşiyle tekrar birleşmek adına attığı adım, Asiye tarafından reddedilince deliliğini gösterir ve Battal’ın evine gizlice girerek onunla konuşmaya başlar. Odadaki bağrışmaları duyup gelen koruma, elinde silah bulunan İdris’i vurduğunda, o kameraya bakıp Ferman’ın o meşhur bakış açınızı değiştirin hareketini yaparak son nefesini verir. Burada, filmin başından beri zaten bana çok iğreti gelmiş olan bu hareketi görmek açıkçası biraz sinir bozucu oldu çünkü insana “Bu polisler işlerinde o kadar kötü ki bir işarete ihtiyaçları var.” izlenimi veriyor. Bu da iyi bir polisiye filminde asla görmek istemeyeceğimiz şeylerden biridir bence.

Bu hareketi kamerada görünce bir şeyler atladıklarını düşünen Ferman (ki burası biraz fazla tuhaftır. Zira emeklilik yaşına yaklaşmış ve Avcı lakabına sahip bir cinayet masası çalışanın bir şeyler atladığını düşünmek için birini yitirmeye gereksinim duyması, filmde işlenilen her şeye terstir.) Pamuk’un annesinden, bir dönem Battal Çolakzade’nin tüm çalışanlarının kan tahlili verdiklerini öğrenir. Buradan da Battal’ın rahatsız olan kızı Ceylan’ın doktoruyla, cinayet soruşturması ilk başladığından beri ilk defa konuşur. Bu kadar önemli sayılabilecek bir kişiyle bu vakitte konuşması da ayrı bir saçmalık bence. Buradan aldıkları bilgiyle karakterlerimiz, eski doktora gidip her şey çözerler. Ceylan’ın böbrek nakline ihtiyacı vardır ve tek verebilecek kişi Pamuk’tur. Bu yüzden Battal onun yaşını büyütmüş ama herkese evlenmek istediği için yaptığını söylemiştir. Lakin planına uymayan tek şey, Pamuk’un bunu istememesi ve oradan kaçmasıdır. Tekrar yakalanıp zorla böbreği alınınca da uyanma sırasında solunum yetmezliğinden hayatını kaybetmiş, bu bedeni ortadan kaldırmak da “İnsan Avcısına” kalmıştır. İşte tam burada, benim, Seri Katiller kitabını görünce hayal ettiğim şeyler suya düştü. Çok daha farklı nedenler ve sonuçlar oluşturulabilecekken, filmin başlangıcındaki o tüm gizem, korku-gerilim-komedi üçlemesi tamamen bozulmuş. Bir de Ferman’ın “her şeyi başladığı yerde bitir” söylemine uyup intihar eden Battal detayı var. Ben Battal Çolakzade gibi kendini avcı olarak nitelendiren ve acımasız olduğu bilinen bir emekli holding sahibinin vicdan çatışmasını görmek isterdim. Düşünsenize Suç ve Ceza kitabındaki Raskolnikov’un, o bizi hayran bırakan iç çatışmalarının çok sadeleşmiş de olsa bir örneğini gördüğümüzü. O zaman her şey daha bir anlamlanırdı benim gözümde. Lakin, bu kadarını da beklemek biraz abartı kalır sanırım. Zaten filmin çoğu yerinde olduğu gibi, bu intihar sahnesi de havada kalmış ve güzel bir yere bağlanamamıştır.

Filmin sonundaysa, her şey biter. Pamuk mezara konur ama cesedini göremeyiz. Bu sahnede “Bari onu gösterseydiniz bre heves kırıcılar” diye içimden geçirmedim değil… Neyse, Ferman eşiyle birlikte oturup keyif çatar, İdris’in mezarı, ailesi tarafından ziyaret edilir ve Hasan küvette elini krize girmişçesine defalarca yıkar. Başta da değindiğim gibi, Hasan’ın bir açıdan bu kirli işe girerek eski temizliğini kaybettiğini ve ceset kokan elini fark ettikçe, kendini de bu suçun bir parçası ve masumluğunu yitirmiş biri gibi hissettiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sırada Hasan’ın elinden Pamuk’un kesik eline geçiş yapılan bir sahne vardır ki bu bize, Hasan’ın hayatı boyunca kesik eli kendinde taşıyacağı ve asla unutamayacağı izlenimi verilir.

Sonuç olarak, Yavuz Turgut tarafından yazılıp yönetilmiş olan 2010 yapımı Av Mevsimi, Yerli yapım polisiye türünün, pek yeterli olmasa da içinde bulundurduğu bazı detaylardan dolayı fena değil diyebileceğim bir örneğidir. Şener Şen, Cem Yılmaz, Okan Yalabık, Melisa Sözen, Çetin Tekindor, Bartu Küçükçağlayan gibi iyi oyuncuları içinde barındırdığından dolayı birçok beklenti oluşturmuş olsa da senaryodaki tuhaflıklardan, klişelerden ve oyunculuklardaki bazı değişik ve anlam veremediğim hareketlerden dolayı, bu beklentileri karşılamaktan çok uzak kaldığını düşünüyorum. Tüm bunlara rağmen içinde bulunan az da olsa güzel detayları kaçırmamak gerek. Yani her zaman dediğim gibi, izleyiniz ve izletiniz.

Esma Nur Koçak

Yorumlar