Bazı günler,
hayatımızın gerçeklikten uzaklaştığını ve bir kurgu ya da rüyaya dönüştüğünü
(belki de hep öyle olduğunu) hissederiz. Oturup gerçekliği sorgulayana kadar bunun,
yaşadığımız acıların ya da mutlulukların fazlalığından mı, yoksa yapaylığından
mı olduğunu anlayamadan hayatımıza devam ederiz. Peki düşündüğümüzde ne olur?
Açık konuşmak gerekirse kafa karışıklığı dışında hiçbir şey çünkü içten içe her
insan bir şeye ait olma isteği içindedir ve tüm yaşamımızı kurduğumuz bu
dünyanın gerçekliğinden şüphe etmemek için elimizden ne gelirse yaparız. Lakin,
asıl sorulması gereken soru; yaşadıklarımızın ne kadar gerçek olduğu değil,
gerçekliğin ne olduğudur. Mesela, birçoğunu bilip zevkle oynadığımız bilgisayar
oyunlarını düşünelim. Orada kendisine verilen bir görevi yerine getirmek için ya
da hayatta kalmak için savaşan karakterlerin hepsi içlerinde bulundukları
dünyanın gerçek olduğunu düşünür. Sadece oyun komutlarını veren biz, bunun bir
kurgu olduğunu biliriz. Peki eğer biz de bu karakterler gibiysek, yaşadığımız
her şey bir kurgudan ya da üst gerçekliğin oluşturduğu farklı bir hayalden
ibaretse ve bunu sadece bizi yönlendiren kişiler biliyorsa, bizim bunu fark
etme ihtimalimiz ne kadardır? Yani, demek istediğim şu ki içinde bulunduğumuz dünyanın
bir kurgudan ibaret olması çok da imkansız değildir.
Fransız bir sosyolog olan Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” teorisine göre, yaşadığımız dünyada gerçeklik artık yoktur ve Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen teknoloji ve modern çağ ile birlikte gerçekliğin kopyaları ortaya çıkmıştır. Üretim ve tüketim üzerine çalışan bu dünya, ona göre gerçek bir olayın yapay şekilde kopyalanması olan simülasyon ve gerçek hayatta hiç var olmamış nesneleri var eden simulakrlar dünyasıdır. Bu konuda incelenebilecek en güzel örneklerden biri 1998 yapımı The Truman Show filmidir. Bu başyapıt, doğumundan otuz yaşına kadar haberi olmaksızın Seaheaven diye bilinen yapay bir adada yaşayan Truman Burbank’in hayatının “The Truman Show” adlı televizyon programıyla tüm dünyada yirmi dört saat kesintisiz yayınlanmasını konu alır. Filmin ilk başından izleyiciye programın bir kurgu olduğu ve baş karakterin bunu bilmediği, yönetmen Christof’un anlatımı ile gösterilir. Burada “Artık aktörleri ve bize hissettirdikleri o sahte duyguları izlemekten bıktık … içinde bulunduğu dünya, bazı açılardan sahte olsa da Truman’ın kendisinde sahte hiçbir şey yoktur … bu bir yaşam.” der yönetmen. Yani tüm oyuncular, çalışanlar ve izleyiciler için bu bir gerçeklik değilken, Truman’ın bildiği tüm gerçekliğin bu olmasının yanı sıra, kendisi dışında her şey de yapaydır. Buna ek olarak Marlon karakterini canlandıran kişi, hiçbir şeyin sahte olmadığını yalnızca kontrol altında olduğunu söyler. Bir diğer deyişle, gerçeklik hala aynıdır ama kontrol altındadır. Bu şartlar altında Seaheaven için saf bir gerçeklikten bahsedemiyor olduğumuz gibi, dış dünya için de bundan bahsedemeyiz. Zira bu sözden yola çıkarsak, dünya üzerinde herkesin hayatı bir otorite tarafından kontrol edilmekte olduğu için hiçbirimizin gerçek bir hayatta yaşayamaması da olasıdır.
Truman, hemşirelik yapan güzel bir eşe, kendine ait bir eve sahip olan ve bir sigorta şirketinde çalışan güler yüzlü ve mutlu bir adamdır. Bizim onu gördüğümüz ilk gün önüne gökyüzünden bir spot ışığı düşer ve belki de Truman için ilk ışık yanar. Lakin, birkaç dakikalık şaşkınlıktan sonra işine geri döner. Çalıştığı yerde patronu ona, Bahamalar’da olan Harbor Adasına gitmesini söylese de Truman tam rıhtımdan gemiye geçecekken kıyıda batmış minik bir kayık görür. Bu görüntüden sonra geziye gitmekten vazgeçerek oradan hızla uzaklaşır. Batan kayık, insanın kendi kontrolünde olmaksızın yüzleştiği tehlikelerin sembolüdür. Aynı zamanda doğanın hem muhteşemliğini hem de korkutuculuğunu bize gösterir bu olay. Bu günün akşamında deniz kıyısında oturup, biraz daha gezmek istediği için babasının fırtınalı denizde kaybolmasına neden olduğu anı düşünür. O an sadece onun üzerine yağan bir yağmur görürüz ve Truman nereye giderse o da onu takip eder. -sonunda tüm adaya yağana kadar. Bu da Truman için yapaylığı anlamada ikinci ışık olur. Eve döndüğünde eşine, 215’i ıssız olmak üzere 322 adadan oluşan Fiji Cumhuriyeti’ne gitme hayalinden bahseder ama eşi ipotekli evlerinin ve borçlarının olduğunu dile getirir. Bu olay bizi direkt olarak “Biz mi aldıklarımıza sahibiz, yoksa onlar mı bize?” sorusuna götürür. Henry David Thoreau, Walden Gölü yakınlarında bir klübe inşa ederek doğadaki deneyimlerini kaleme aldığı Walden adlı kitabında, insanların bir ev için yıllarca çalıştığını ve tam bu çalışma bittiğinde, bu sefer koltuk, yatak, sandalye gibi ev eşyaları için borca girerek yıllarca çalışmaya devam etmek zorunda kaldıklarını dile getirerek, bu durumda insanların eşyalara değil, eşyaların insanlara sahip olduğunu söyler. Zira kendimize ayırmamız gereken zamanı bir şeylere sahip olmak için harcamak, bir zaman sonra o eşyanın kölesi olmak anlamına gelir.
Truman, Fiji’ye
gitme fikri için eşinden aldığı tatlı ret ile bodruma gidip şifresi “3015” olan
ve içinde çocukluk-gençlik anılarının bulunduğu bir bavulu açar. İçinde bulunan
kiremit renkli kazak ve yeşilli beyazlı bir gömleği eline alarak onları koklar.
Bu kıyafetler eşiyle tanışırken ya da partide dans ederken gördüğü ve ilk andan
beri ona aşık olduğu bir kıza aittir. Truman en sonunda kütüphanede isminin Lauren
olduğunu öğrendiği bu kızla deniz kıyısına gider ve tam Truman onu öptüğünde
bir araba sesi duyulur. O an Lauren, fazla vakitlerinin olmadığını, herkesin
onu izlediğini ve tanıdığını, çevresindeki herkesin rol yaptığını, her şeyin
dekor olduğunu ve isminin Lauren değil Sylvia olduğunu söyler. Tam bu sırada
babası olduğunu iddia eden bir adam, kızının psikolojik rahatsızlığı olduğunu
ve onu Fiji’ye götürdüğünü belirterek oradan uzaklaşır. Ana karakterimizin Fiji
sevgisinin de nereden geldiğini böylece anlamış oluruz. Öncelikle Numeroloji’ye
göre evrende hiçbir şey tesadüfen olmamıştır ve her şey bir sayısal düzene
dayanır. Böylece her sayıya bir anlam verilmiş olur. Ayrıca bir gruba göre,
melekler ilahi kuralları çiğnemeden insanlara yardım etmek için sayıları
kullanır. Bu bağlamda üç bin on beş sayılı meleğin söylemek istediği şeyin,
insanın özgür ve güzel bir geleceğe sahip olmak için eskiden uzaklaşmak zorunda
kalması olduğu birçok insan tarafından bilinir. Yani, yeni ve güzel bir hayata
geçebilmek için kendisini, yaptıklarını ve geçmişini geride bırakmalıdır bu
insan. Bu açıdan düşünürsek, Truman’ın, Lauren’ı, babasını ve tüm Fiji’ye gitme
isteğini bir kenara atması ve geçmişini olduğu gibi kabul etmesi gerekir.
Truman için asıl
dönem noktaları, arabasıyla işe giderken radyo frekansının bozulması sayesinde
onu takip eden set çalışanlarını duyması ve aniden içeri daldığı Gabe
Yatırım’da asansörün olması gereken yerde rahatça oturan set çalışanları ve
ışıkları gördüğü anlardır. Bu konu üzerine en yakın arkadaşı olan Marlon ile
konuşan Truman, ona kendisinin bir çeşit komplonun içinde olabileceğini ve
hayatının bir şeylerin üzerine inşa edildiğini düşündüğünü söyler. Bu sahneden
sonra Truman’ın eşi ve annesi onun fotoğraflarına bakarlar. Burada gözümüze
çarpan iki görsel vardır; Rushmore Dağı’nda ve Truman’ın iki beyaz parmaklığı
tutarak çekilmiş olan fotoğrafları. İlkinde Truman bu dağın ne kadar küçük
olduğunu söylediğinde annesi, geriye bakıldığında her şeyin öyle olduğunu
söyler ve olay kapatılır. Buradan Seaheaven’ın bir adadan çok, minik bir dünya
olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta Rushmore Dağı’nın bile kopyası yapılmıştır ki
bu anıt bu kadar minyatür hale getirilmiştir. İkinci resimdeyse iki parmaklık
arasında kalmış olan küçük Truman ile bu karakterin tüm yaşantısını görürüz.
Aradan yıllar geçmiş olsa da Truman hala o iki parmaklık arasında kalır ve
hapis hayatı yaşar.
Truman her gün
yaşanılan döngüyü “kırmızı bisikletli kadın, çiçek taşıyan adam, çamurluğu ezik
Volkswagen” ile çözer ve Meryl’i de yanına alarak bu şehirden gitmek için bir
adım atar. Lakin birçok engel çıkarılarak bir şekilde tekrar evine götürülür. Eşi
ve Truman arasında çıkan tartışmanın alevlenmesinden sonra, Meryl kendini
korumak için doğrulttuğu bıçakla birlikte eşi tarafından etkisiz hale getirilir.
Tam bu sırada canının tehlikede olduğunu düşünen Meryl kameraya bakarak “Bir
şeyler yapın” der. Bunun üzerine herkesin bu işin içinde olduğunu öğrenen
Truman’ın her şeyi unutması için onu kör edecek bir şeye ihtiyacı vardır;
babasına. Bu sahne tam anlamıyla şovun yönetmeni olan Christof’un eseridir.
Sonuçta tüm atmosferi ayarlayan ve tüm dünyanın ilgiyle izlemesini sağlayan
kendisidir. Bu güzel işi hallettikten sonra arka tarafa misafirlerinin yanına
giden Christof, üstlerinde “Love Him, Protect Him” yazan tişörtler olan iki
güvenlik görevlisinin arasından geçer. Buradan, tüm çalışanların Truman’ı
korumak umuduyla bu dünyada tutmak istediklerini söyleyebiliriz.
“True Truman” adlı
programın sunucusu Mike Michaelson, Truman’ın hayatının gösterildiği yirmi dört
saat kesintisiz oynatılan bu programı sunarken her şeyin iki yüz on birinci kattaki
Ay Odası’nda yönetildiğini söyler. Bir diğer deyişle, Truman’ın tüm hayatının
kontrolü yapay aydan oluşan bir odadan yapılmıştır. Christof’a her şeyi
yönetmek için kendini geceleri ay, gündüzleri de güneş işlevi gören bir yere
koymasıyla bakarsak, kendisini bir tanrı olarak gördüğünü rahatça
söyleyebiliriz. Her şeyi oluşturan, tüm adayı yaratan ve ne zaman güneşin batıp
doğacağını karar veren biri olmasının en güzel açıklaması budur. Bu programa
Truman Show’un otuzuncu yılına özel olarak yönetmen Christof konuk olur. Sunucu
Michaelson yönetmene, Truman’ın neden gerçek dünyayı keşfetmeye hiç bu kadar
yaklaşmadığını sorunca, Chrsitof bunun cevabını “Çünkü dünyanın gerçekliğini,
bize sunulan haliyle kabul ederiz. Bu kadar basit” olarak verir. Bu replikten
yola çıkarsak, kendi içinde bulunduğumuz dünyanın da gerçekliğini acaba sadece
bize sunulan kadarıyla mı kabul edip yaşıyoruz? Ya gerçeklik olarak bildiğimiz
bu dünya bir yanılsama ya da bir kurguysa? Hayata gözlerimizi açtığımızdan beri
hiç sorgulamadığımız hatta sorgulamayı bile istemediğimiz düşünceler bunlar
çünkü tamamen kabul etmiş, verileni öpüp başımıza koymuş ve gerisini
düşünmemişizdir.
Programın
ilerleyen kısmında yayına bağlanan Sylvia, Truman’ın oyuncu olmadığını, sadece
bir mahkum olduğunu dile getirir. Bunun üzerine Chrsitof “İstediği zaman terk
edebilir. Eğer bu belirsiz bir şüpheden daha güçlüyse, eğer o mutlaka gerçeği
araştırmak isterse, onu engelleyebileceğimiz hiçbir şey yok. Bence sizi
kederlendiren şey, sayın misafir, sonuç olarak, sizin dediğiniz şekliyle Truman
hücresini tercih ediyor.” Kendi hücresini tercih etmek dolaylı olarak bizi
Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu
kitabına yönlendirir. Foucault bu kitabında modern devletlerin otoritesini
fiziksel olarak değil de psikolojik olarak dayattığını belirtir. Foucault,
İngiliz filozof ve toplum reformcusu olan Jeremy Bentham’ın hapishane modeli
olan Panoptikon’u farklı şekilde inceler. Bu hapishane modelinde büyük bir
alanın ortasına uzun bir gözlem kulesi dikilir. Teoriye göre, mahkumlar bu uzun
gözetleme kulesine baktıkça izlendiklerini düşünecek ve ona göre hareket
edecektir. Böylece gardiyan ihtiyacı tamamen ortadan kalkacaktır. Bu insanın
kendi denetleyicisi olma fikri, Foucault için kilit noktasıdır çünkü bu
sistemle modern devletler halkı kolaylıkla yönetebilecektir. Bunun en basit
örneği mobese kameralarıdır. Yolda giden bir sürücünün bu kameraları
gördüğünde, çalışıp çalışmadığını düşünmeden hız limitini geçmeyi kafasından
tamamen sildiğini görürüz. Foucault, bu gözlenme farkındalığının insanları
mekanik hale getirdiğini ve özgür iradeyi tamamen ortadan kaldırdığını savunur.
Sonuçta da insanlar fiziki olarak hapishanede yaşamasa da bilinçaltında kendi
kendini hapis eder ve farkına bile varmadan gönüllü olarak kendi özgürlüklerini
ellerinden alır. The Truman Show’da da
aynı durum Truman için geçerlidir. Çıkması için hiçbir engeli olmasa da kendisi
bu yapay dünyanın içinde kalır. Burada tıpkı bu teoride sistemin yaptığı gibi,
Christof’un da minik müdahalelerde bulunduğunu gözden kaçırmamalıyız. Sonuçta kaçmaması
için babasının denizde kaybolması kurgusunu kendisi yapmış ve böylece Truman’ın,
tek ulaşım aracı olan denizden korkmasını sağlamıştır.
Röportaj bittikten
sonra, Christof uyuyan Truman’ın yansıtılmış görüntüsüne bakar ve onu sever. Bu
da bize kendisini bir baba gibi hissettiğini gösterir. Zaten Truman’ın, bir
şirket tarafından evlat edilmiş ilk bebek olduğunu ve yönetmen koltuğunda da
Christof’un oturduğunu düşünürsek, bunu çıkarmak çok da zor olmaz. Bu bilgi ile
birlikte, yönetmenin, Truman üzerindeki tüm otoritesi ve kendisini bu adanın
tanrısı gibi görmesi de anlam kazanır. Zira edebiyat ve film sektöründe, baba
figürüne otorite sahibi bir sistem ya da her şeyi kontrol altında tutan bir
tanrı anlamlarının yüklendiği biliyoruz. Babaya verilen bu durum, ataerkil
düzende en küçük birim olan ailenin “reisi” olarak onların bilinmesinden
gelmektedir.
Bu günün ardından,
Meryl eşini terk eder ve Truman, işte Vivien adında bir kadınla tanıştırılır.
Tam her şeyin normal olduğunu düşünürken, eşinin terk etmesi sonrası bodruma
yerleşen Truman, açtığı bir delik sayesinde kameralara görünmeden bodrumdan
kaçar. Şovun ana karakteri bir süre bulunamayınca, yönetmen şovun on bin dokuz
yüz on üçüncü gününde yayını ilk kez keser. Karanlıkta onu aramanın zor
olduğunu bilen Christof, daha çok erken olmasına rağmen güneşi doğurur. Bu da
kendini bir tanrı gibi gördüğünü yeniden ispatlar. Geç de olsa Truman’ın,
önünde yırtıcı bir kuş simgesi olan bir yelkenliyle denize açıldığı görülür ve
program tekrardan başlatılır. Daha önce deniz korkusu olduğu için herhangi bir
araca binemeyen Truman’ın şimdi bu harekette bulunması, yelkenlinin önündeki
simgeyle açıklanabilir. Sonuçta yırtıcı kuşların, güç, kararlılık ve sertliğin
sembolü olduğu çoğu kişi tarafından bilinir. Yönetmen, onu geri döndürmek için
fırtına çıkarma emri verir ama ne olursa olsun (alabora olması dahil) Truman
amacından vazgeçmez. Patronu, yönetmene Truman’ın canlı yayında ölmesine izin
veremeyeceklerini söylese de, Christof’un cevabı canlı yayında doğdu olur.
Yani, Truman’ın canlı yayında ölmesi, şovun yarım kalmasından daha önemlidir
onun için.
Her şeye rağmen
Truman kararlılıkla gökyüzü sandığı dekora çarpana kadar yoluna devam eder.
Burada sadece dekora değil, aynı zamanda kendi sınırlarına ve gerçek sandığı
dünyaya da zarar vermiş olur. Birkaç adım attıktan sonra on dokuz basamaklı bir
merdiven bulur ve en üstüne kadar çıkar. Tam bu sırada Christof, içinde
bulunduğu güneş görünümlü odadan konuşmaya başlar. İlk başta bu sesin sahibinin
kim olduğunu soran Truman’ın ikinci sorusu “O zaman ben kimim?” olur. Ana
karakterimiz gerçek bildiği dünyanın, bir simülasyondan oluştuğunu öğrenince
kendi gerçekliğini de kaybeder çünkü Truman Burbank, yalan bir dünyada doğup
büyümüş biridir. Bu dünya gibi kendisi de gerçek değildir artık. Truman,
yaşadığı şeylerde gerçek şeylerin olup olmadığını sorduğundaysa, tanrımız “Sen
gerçektin. Dinle Truman. Dışarıda, senin için yarattığım bu dünyadan daha fazla
gerçeklik yok. Aynı yalanlar, aynı ikiyüzlülükler ama benim dünyamda korkacak
hiçbir şeyin yok. Seni kendini tanıdığından daha iyi tanıyorum … Korkuyorsun.
İşte bu yüzden terk edemeyeceksin … Bütün hayatın boyunca seni izledim.” Burada
Christof’un Truman’ı, kendi çocuğuymuş gibi davrandığını görüyoruz. Ayrıca bunun,
Tanrı ve Hz. Adem arasında cennetten kovulma hakkında bir konuşma olduğu da
düşünülebilir. Bu bağlamda baktığımızda, onun için yaratılmış olan cennetin,
Seaheaven; onu gerçeklere yakınlaştıran detayların, şeytan ve yanına gitmek
için bunca yolu çektiği Sylvia’nın da Hz. Havva olduğu söyleyebilirim.
Yönetmen, ondan
bir şey söylemesini istediğinde Truman’ın ağzından o meşhur cümle çıkar; “Olur
da sizi göremezsem, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler” ve kapıyı açıp
karanlığa adım atar. Buradaki mavi ve siyah ayrımı çok önemlidir çünkü içinde
bulunduğu dünya güzelliği ama aynı zamanda yapaylığı mavi ile temsil ederken,
dış dünya karanlığı ve kötülüğü siyah ile temsil edilir. Yalnız bir konu
kaçırılmamalıdır ki Jean Baudrillard’a göre, gerçek diye bir şey yoktur. Her
şey gerçeğin gölgesinden oluşturulmuş olan simülasyon veya tamamen distopik bir
bakış açısıyla ortaya çıkarıldığı halde insanların seveceği şeyler olan
simulakrlardır. Yani, Truman yapay dünyasından, bir diğer deyişle
simülasyonundan çıkmış olsa da gideceği dünya başka bir simülasyondan ibarettir.
Bununla birlikte de gerçekliğe hiç ulaşamayacak olmamızın altı çizilir.
Sonuç olarak, Jim
Carrey’nin muhteşem oyunculuğuyla taçlandırılmış 98 yapımı The Truman Show, gerçekliği sorgulatmak ve salt gerçekliğin olmaması
konusunda ciddi ve düşündürücü soruları ortaya atarak bunların herkes
tarafından sorgulanmasını ister. Aynı zamanda hayatın bir paradoxtan başka bir
şey olmadığını, tam gerçekliği buldum derken başka bir simülasyona düşüldüğünü
de çok güzel şekilde anlatır. Bize düşense, bu bilgileri alarak, kendi
benliğimizde oluşturduğumuz hapishaneleri yıkmak ve sistem tarafından kör
edilmiş gözlerimizi açarak yapaylığı görmektir. Bu da ancak araştırmakla olur.
Her zaman dediğim gibi okuyun, okutun, izleyin, izletin ve kendinizi
geliştirmeyi asla bırakmayın.
Esma Nur Koçak
Yorumlar
Yorum Gönder