Gerçekliği Aramak: " The Truman Show" (1998) İncelemesi

 


Bazı günler, hayatımızın gerçeklikten uzaklaştığını ve bir kurgu ya da rüyaya dönüştüğünü (belki de hep öyle olduğunu) hissederiz. Oturup gerçekliği sorgulayana kadar bunun, yaşadığımız acıların ya da mutlulukların fazlalığından mı, yoksa yapaylığından mı olduğunu anlayamadan hayatımıza devam ederiz. Peki düşündüğümüzde ne olur? Açık konuşmak gerekirse kafa karışıklığı dışında hiçbir şey çünkü içten içe her insan bir şeye ait olma isteği içindedir ve tüm yaşamımızı kurduğumuz bu dünyanın gerçekliğinden şüphe etmemek için elimizden ne gelirse yaparız. Lakin, asıl sorulması gereken soru; yaşadıklarımızın ne kadar gerçek olduğu değil, gerçekliğin ne olduğudur. Mesela, birçoğunu bilip zevkle oynadığımız bilgisayar oyunlarını düşünelim. Orada kendisine verilen bir görevi yerine getirmek için ya da hayatta kalmak için savaşan karakterlerin hepsi içlerinde bulundukları dünyanın gerçek olduğunu düşünür. Sadece oyun komutlarını veren biz, bunun bir kurgu olduğunu biliriz. Peki eğer biz de bu karakterler gibiysek, yaşadığımız her şey bir kurgudan ya da üst gerçekliğin oluşturduğu farklı bir hayalden ibaretse ve bunu sadece bizi yönlendiren kişiler biliyorsa, bizim bunu fark etme ihtimalimiz ne kadardır? Yani, demek istediğim şu ki içinde bulunduğumuz dünyanın bir kurgudan ibaret olması çok da imkansız değildir.

Fransız bir sosyolog olan Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” teorisine göre, yaşadığımız dünyada gerçeklik artık yoktur ve Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen teknoloji ve modern çağ ile birlikte gerçekliğin kopyaları ortaya çıkmıştır. Üretim ve tüketim üzerine çalışan bu dünya, ona göre gerçek bir olayın yapay şekilde kopyalanması olan simülasyon ve gerçek hayatta hiç var olmamış nesneleri var eden simulakrlar dünyasıdır. Bu konuda incelenebilecek en güzel örneklerden biri 1998 yapımı The Truman Show filmidir. Bu başyapıt, doğumundan otuz yaşına kadar haberi olmaksızın Seaheaven diye bilinen yapay bir adada yaşayan Truman Burbank’in hayatının “The Truman Show” adlı televizyon programıyla tüm dünyada yirmi dört saat kesintisiz yayınlanmasını konu alır. Filmin ilk başından izleyiciye programın bir kurgu olduğu ve baş karakterin bunu bilmediği, yönetmen Christof’un anlatımı ile gösterilir. Burada “Artık aktörleri ve bize hissettirdikleri o sahte duyguları izlemekten bıktık … içinde bulunduğu dünya, bazı açılardan sahte olsa da Truman’ın kendisinde sahte hiçbir şey yoktur … bu bir yaşam.” der yönetmen. Yani tüm oyuncular, çalışanlar ve izleyiciler için bu bir gerçeklik değilken, Truman’ın bildiği tüm gerçekliğin bu olmasının yanı sıra, kendisi dışında her şey de yapaydır. Buna ek olarak Marlon karakterini canlandıran kişi, hiçbir şeyin sahte olmadığını yalnızca kontrol altında olduğunu söyler. Bir diğer deyişle, gerçeklik hala aynıdır ama kontrol altındadır. Bu şartlar altında Seaheaven için saf bir gerçeklikten bahsedemiyor olduğumuz gibi, dış dünya için de bundan bahsedemeyiz. Zira bu sözden yola çıkarsak, dünya üzerinde herkesin hayatı bir otorite tarafından kontrol edilmekte olduğu için hiçbirimizin gerçek bir hayatta yaşayamaması da olasıdır.

Truman, hemşirelik yapan güzel bir eşe, kendine ait bir eve sahip olan ve bir sigorta şirketinde çalışan güler yüzlü ve mutlu bir adamdır. Bizim onu gördüğümüz ilk gün önüne gökyüzünden bir spot ışığı düşer ve belki de Truman için ilk ışık yanar. Lakin, birkaç dakikalık şaşkınlıktan sonra işine geri döner. Çalıştığı yerde patronu ona, Bahamalar’da olan Harbor Adasına gitmesini söylese de Truman tam rıhtımdan gemiye geçecekken kıyıda batmış minik bir kayık görür. Bu görüntüden sonra geziye gitmekten vazgeçerek oradan hızla uzaklaşır. Batan kayık, insanın kendi kontrolünde olmaksızın yüzleştiği tehlikelerin sembolüdür. Aynı zamanda doğanın hem muhteşemliğini hem de korkutuculuğunu bize gösterir bu olay. Bu günün akşamında deniz kıyısında oturup, biraz daha gezmek istediği için babasının fırtınalı denizde kaybolmasına neden olduğu anı düşünür. O an sadece onun üzerine yağan bir yağmur görürüz ve Truman nereye giderse o da onu takip eder. -sonunda tüm adaya yağana kadar. Bu da Truman için yapaylığı anlamada ikinci ışık olur. Eve döndüğünde eşine, 215’i ıssız olmak üzere 322 adadan oluşan Fiji Cumhuriyeti’ne gitme hayalinden bahseder ama eşi ipotekli evlerinin ve borçlarının olduğunu dile getirir. Bu olay bizi direkt olarak “Biz mi aldıklarımıza sahibiz, yoksa onlar mı bize?” sorusuna götürür. Henry David Thoreau, Walden Gölü yakınlarında bir klübe inşa ederek doğadaki deneyimlerini kaleme aldığı Walden adlı kitabında, insanların bir ev için yıllarca çalıştığını ve tam bu çalışma bittiğinde, bu sefer koltuk, yatak, sandalye gibi ev eşyaları için borca girerek yıllarca çalışmaya devam etmek zorunda kaldıklarını dile getirerek, bu durumda insanların eşyalara değil, eşyaların insanlara sahip olduğunu söyler. Zira kendimize ayırmamız gereken zamanı bir şeylere sahip olmak için harcamak, bir zaman sonra o eşyanın kölesi olmak anlamına gelir.

Truman, Fiji’ye gitme fikri için eşinden aldığı tatlı ret ile bodruma gidip şifresi “3015” olan ve içinde çocukluk-gençlik anılarının bulunduğu bir bavulu açar. İçinde bulunan kiremit renkli kazak ve yeşilli beyazlı bir gömleği eline alarak onları koklar. Bu kıyafetler eşiyle tanışırken ya da partide dans ederken gördüğü ve ilk andan beri ona aşık olduğu bir kıza aittir. Truman en sonunda kütüphanede isminin Lauren olduğunu öğrendiği bu kızla deniz kıyısına gider ve tam Truman onu öptüğünde bir araba sesi duyulur. O an Lauren, fazla vakitlerinin olmadığını, herkesin onu izlediğini ve tanıdığını, çevresindeki herkesin rol yaptığını, her şeyin dekor olduğunu ve isminin Lauren değil Sylvia olduğunu söyler. Tam bu sırada babası olduğunu iddia eden bir adam, kızının psikolojik rahatsızlığı olduğunu ve onu Fiji’ye götürdüğünü belirterek oradan uzaklaşır. Ana karakterimizin Fiji sevgisinin de nereden geldiğini böylece anlamış oluruz. Öncelikle Numeroloji’ye göre evrende hiçbir şey tesadüfen olmamıştır ve her şey bir sayısal düzene dayanır. Böylece her sayıya bir anlam verilmiş olur. Ayrıca bir gruba göre, melekler ilahi kuralları çiğnemeden insanlara yardım etmek için sayıları kullanır. Bu bağlamda üç bin on beş sayılı meleğin söylemek istediği şeyin, insanın özgür ve güzel bir geleceğe sahip olmak için eskiden uzaklaşmak zorunda kalması olduğu birçok insan tarafından bilinir. Yani, yeni ve güzel bir hayata geçebilmek için kendisini, yaptıklarını ve geçmişini geride bırakmalıdır bu insan. Bu açıdan düşünürsek, Truman’ın, Lauren’ı, babasını ve tüm Fiji’ye gitme isteğini bir kenara atması ve geçmişini olduğu gibi kabul etmesi gerekir.

Truman için asıl dönem noktaları, arabasıyla işe giderken radyo frekansının bozulması sayesinde onu takip eden set çalışanlarını duyması ve aniden içeri daldığı Gabe Yatırım’da asansörün olması gereken yerde rahatça oturan set çalışanları ve ışıkları gördüğü anlardır. Bu konu üzerine en yakın arkadaşı olan Marlon ile konuşan Truman, ona kendisinin bir çeşit komplonun içinde olabileceğini ve hayatının bir şeylerin üzerine inşa edildiğini düşündüğünü söyler. Bu sahneden sonra Truman’ın eşi ve annesi onun fotoğraflarına bakarlar. Burada gözümüze çarpan iki görsel vardır; Rushmore Dağı’nda ve Truman’ın iki beyaz parmaklığı tutarak çekilmiş olan fotoğrafları. İlkinde Truman bu dağın ne kadar küçük olduğunu söylediğinde annesi, geriye bakıldığında her şeyin öyle olduğunu söyler ve olay kapatılır. Buradan Seaheaven’ın bir adadan çok, minik bir dünya olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta Rushmore Dağı’nın bile kopyası yapılmıştır ki bu anıt bu kadar minyatür hale getirilmiştir. İkinci resimdeyse iki parmaklık arasında kalmış olan küçük Truman ile bu karakterin tüm yaşantısını görürüz. Aradan yıllar geçmiş olsa da Truman hala o iki parmaklık arasında kalır ve hapis hayatı yaşar.

Truman her gün yaşanılan döngüyü “kırmızı bisikletli kadın, çiçek taşıyan adam, çamurluğu ezik Volkswagen” ile çözer ve Meryl’i de yanına alarak bu şehirden gitmek için bir adım atar. Lakin birçok engel çıkarılarak bir şekilde tekrar evine götürülür. Eşi ve Truman arasında çıkan tartışmanın alevlenmesinden sonra, Meryl kendini korumak için doğrulttuğu bıçakla birlikte eşi tarafından etkisiz hale getirilir. Tam bu sırada canının tehlikede olduğunu düşünen Meryl kameraya bakarak “Bir şeyler yapın” der. Bunun üzerine herkesin bu işin içinde olduğunu öğrenen Truman’ın her şeyi unutması için onu kör edecek bir şeye ihtiyacı vardır; babasına. Bu sahne tam anlamıyla şovun yönetmeni olan Christof’un eseridir. Sonuçta tüm atmosferi ayarlayan ve tüm dünyanın ilgiyle izlemesini sağlayan kendisidir. Bu güzel işi hallettikten sonra arka tarafa misafirlerinin yanına giden Christof, üstlerinde “Love Him, Protect Him” yazan tişörtler olan iki güvenlik görevlisinin arasından geçer. Buradan, tüm çalışanların Truman’ı korumak umuduyla bu dünyada tutmak istediklerini söyleyebiliriz.

“True Truman” adlı programın sunucusu Mike Michaelson, Truman’ın hayatının gösterildiği yirmi dört saat kesintisiz oynatılan bu programı sunarken her şeyin iki yüz on birinci kattaki Ay Odası’nda yönetildiğini söyler. Bir diğer deyişle, Truman’ın tüm hayatının kontrolü yapay aydan oluşan bir odadan yapılmıştır. Christof’a her şeyi yönetmek için kendini geceleri ay, gündüzleri de güneş işlevi gören bir yere koymasıyla bakarsak, kendisini bir tanrı olarak gördüğünü rahatça söyleyebiliriz. Her şeyi oluşturan, tüm adayı yaratan ve ne zaman güneşin batıp doğacağını karar veren biri olmasının en güzel açıklaması budur. Bu programa Truman Show’un otuzuncu yılına özel olarak yönetmen Christof konuk olur. Sunucu Michaelson yönetmene, Truman’ın neden gerçek dünyayı keşfetmeye hiç bu kadar yaklaşmadığını sorunca, Chrsitof bunun cevabını “Çünkü dünyanın gerçekliğini, bize sunulan haliyle kabul ederiz. Bu kadar basit” olarak verir. Bu replikten yola çıkarsak, kendi içinde bulunduğumuz dünyanın da gerçekliğini acaba sadece bize sunulan kadarıyla mı kabul edip yaşıyoruz? Ya gerçeklik olarak bildiğimiz bu dünya bir yanılsama ya da bir kurguysa? Hayata gözlerimizi açtığımızdan beri hiç sorgulamadığımız hatta sorgulamayı bile istemediğimiz düşünceler bunlar çünkü tamamen kabul etmiş, verileni öpüp başımıza koymuş ve gerisini düşünmemişizdir.


Programın ilerleyen kısmında yayına bağlanan Sylvia, Truman’ın oyuncu olmadığını, sadece bir mahkum olduğunu dile getirir. Bunun üzerine Chrsitof “İstediği zaman terk edebilir. Eğer bu belirsiz bir şüpheden daha güçlüyse, eğer o mutlaka gerçeği araştırmak isterse, onu engelleyebileceğimiz hiçbir şey yok. Bence sizi kederlendiren şey, sayın misafir, sonuç olarak, sizin dediğiniz şekliyle Truman hücresini tercih ediyor.” Kendi hücresini tercih etmek dolaylı olarak bizi Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabına yönlendirir. Foucault bu kitabında modern devletlerin otoritesini fiziksel olarak değil de psikolojik olarak dayattığını belirtir. Foucault, İngiliz filozof ve toplum reformcusu olan Jeremy Bentham’ın hapishane modeli olan Panoptikon’u farklı şekilde inceler. Bu hapishane modelinde büyük bir alanın ortasına uzun bir gözlem kulesi dikilir. Teoriye göre, mahkumlar bu uzun gözetleme kulesine baktıkça izlendiklerini düşünecek ve ona göre hareket edecektir. Böylece gardiyan ihtiyacı tamamen ortadan kalkacaktır. Bu insanın kendi denetleyicisi olma fikri, Foucault için kilit noktasıdır çünkü bu sistemle modern devletler halkı kolaylıkla yönetebilecektir. Bunun en basit örneği mobese kameralarıdır. Yolda giden bir sürücünün bu kameraları gördüğünde, çalışıp çalışmadığını düşünmeden hız limitini geçmeyi kafasından tamamen sildiğini görürüz. Foucault, bu gözlenme farkındalığının insanları mekanik hale getirdiğini ve özgür iradeyi tamamen ortadan kaldırdığını savunur. Sonuçta da insanlar fiziki olarak hapishanede yaşamasa da bilinçaltında kendi kendini hapis eder ve farkına bile varmadan gönüllü olarak kendi özgürlüklerini ellerinden alır. The Truman Show’da da aynı durum Truman için geçerlidir. Çıkması için hiçbir engeli olmasa da kendisi bu yapay dünyanın içinde kalır. Burada tıpkı bu teoride sistemin yaptığı gibi, Christof’un da minik müdahalelerde bulunduğunu gözden kaçırmamalıyız. Sonuçta kaçmaması için babasının denizde kaybolması kurgusunu kendisi yapmış ve böylece Truman’ın, tek ulaşım aracı olan denizden korkmasını sağlamıştır.


Röportaj bittikten sonra, Christof uyuyan Truman’ın yansıtılmış görüntüsüne bakar ve onu sever. Bu da bize kendisini bir baba gibi hissettiğini gösterir. Zaten Truman’ın, bir şirket tarafından evlat edilmiş ilk bebek olduğunu ve yönetmen koltuğunda da Christof’un oturduğunu düşünürsek, bunu çıkarmak çok da zor olmaz. Bu bilgi ile birlikte, yönetmenin, Truman üzerindeki tüm otoritesi ve kendisini bu adanın tanrısı gibi görmesi de anlam kazanır. Zira edebiyat ve film sektöründe, baba figürüne otorite sahibi bir sistem ya da her şeyi kontrol altında tutan bir tanrı anlamlarının yüklendiği biliyoruz. Babaya verilen bu durum, ataerkil düzende en küçük birim olan ailenin “reisi” olarak onların bilinmesinden gelmektedir.


Bu günün ardından, Meryl eşini terk eder ve Truman, işte Vivien adında bir kadınla tanıştırılır. Tam her şeyin normal olduğunu düşünürken, eşinin terk etmesi sonrası bodruma yerleşen Truman, açtığı bir delik sayesinde kameralara görünmeden bodrumdan kaçar. Şovun ana karakteri bir süre bulunamayınca, yönetmen şovun on bin dokuz yüz on üçüncü gününde yayını ilk kez keser. Karanlıkta onu aramanın zor olduğunu bilen Christof, daha çok erken olmasına rağmen güneşi doğurur. Bu da kendini bir tanrı gibi gördüğünü yeniden ispatlar. Geç de olsa Truman’ın, önünde yırtıcı bir kuş simgesi olan bir yelkenliyle denize açıldığı görülür ve program tekrardan başlatılır. Daha önce deniz korkusu olduğu için herhangi bir araca binemeyen Truman’ın şimdi bu harekette bulunması, yelkenlinin önündeki simgeyle açıklanabilir. Sonuçta yırtıcı kuşların, güç, kararlılık ve sertliğin sembolü olduğu çoğu kişi tarafından bilinir. Yönetmen, onu geri döndürmek için fırtına çıkarma emri verir ama ne olursa olsun (alabora olması dahil) Truman amacından vazgeçmez. Patronu, yönetmene Truman’ın canlı yayında ölmesine izin veremeyeceklerini söylese de, Christof’un cevabı canlı yayında doğdu olur. Yani, Truman’ın canlı yayında ölmesi, şovun yarım kalmasından daha önemlidir onun için.


Her şeye rağmen Truman kararlılıkla gökyüzü sandığı dekora çarpana kadar yoluna devam eder. Burada sadece dekora değil, aynı zamanda kendi sınırlarına ve gerçek sandığı dünyaya da zarar vermiş olur. Birkaç adım attıktan sonra on dokuz basamaklı bir merdiven bulur ve en üstüne kadar çıkar. Tam bu sırada Christof, içinde bulunduğu güneş görünümlü odadan konuşmaya başlar. İlk başta bu sesin sahibinin kim olduğunu soran Truman’ın ikinci sorusu “O zaman ben kimim?” olur. Ana karakterimiz gerçek bildiği dünyanın, bir simülasyondan oluştuğunu öğrenince kendi gerçekliğini de kaybeder çünkü Truman Burbank, yalan bir dünyada doğup büyümüş biridir. Bu dünya gibi kendisi de gerçek değildir artık. Truman, yaşadığı şeylerde gerçek şeylerin olup olmadığını sorduğundaysa, tanrımız “Sen gerçektin. Dinle Truman. Dışarıda, senin için yarattığım bu dünyadan daha fazla gerçeklik yok. Aynı yalanlar, aynı ikiyüzlülükler ama benim dünyamda korkacak hiçbir şeyin yok. Seni kendini tanıdığından daha iyi tanıyorum … Korkuyorsun. İşte bu yüzden terk edemeyeceksin … Bütün hayatın boyunca seni izledim.” Burada Christof’un Truman’ı, kendi çocuğuymuş gibi davrandığını görüyoruz. Ayrıca bunun, Tanrı ve Hz. Adem arasında cennetten kovulma hakkında bir konuşma olduğu da düşünülebilir. Bu bağlamda baktığımızda, onun için yaratılmış olan cennetin, Seaheaven; onu gerçeklere yakınlaştıran detayların, şeytan ve yanına gitmek için bunca yolu çektiği Sylvia’nın da Hz. Havva olduğu söyleyebilirim.

Yönetmen, ondan bir şey söylemesini istediğinde Truman’ın ağzından o meşhur cümle çıkar; “Olur da sizi göremezsem, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler” ve kapıyı açıp karanlığa adım atar. Buradaki mavi ve siyah ayrımı çok önemlidir çünkü içinde bulunduğu dünya güzelliği ama aynı zamanda yapaylığı mavi ile temsil ederken, dış dünya karanlığı ve kötülüğü siyah ile temsil edilir. Yalnız bir konu kaçırılmamalıdır ki Jean Baudrillard’a göre, gerçek diye bir şey yoktur. Her şey gerçeğin gölgesinden oluşturulmuş olan simülasyon veya tamamen distopik bir bakış açısıyla ortaya çıkarıldığı halde insanların seveceği şeyler olan simulakrlardır. Yani, Truman yapay dünyasından, bir diğer deyişle simülasyonundan çıkmış olsa da gideceği dünya başka bir simülasyondan ibarettir. Bununla birlikte de gerçekliğe hiç ulaşamayacak olmamızın altı çizilir.


Sonuç olarak, Jim Carrey’nin muhteşem oyunculuğuyla taçlandırılmış 98 yapımı The Truman Show, gerçekliği sorgulatmak ve salt gerçekliğin olmaması konusunda ciddi ve düşündürücü soruları ortaya atarak bunların herkes tarafından sorgulanmasını ister. Aynı zamanda hayatın bir paradoxtan başka bir şey olmadığını, tam gerçekliği buldum derken başka bir simülasyona düşüldüğünü de çok güzel şekilde anlatır. Bize düşense, bu bilgileri alarak, kendi benliğimizde oluşturduğumuz hapishaneleri yıkmak ve sistem tarafından kör edilmiş gözlerimizi açarak yapaylığı görmektir. Bu da ancak araştırmakla olur. Her zaman dediğim gibi okuyun, okutun, izleyin, izletin ve kendinizi geliştirmeyi asla bırakmayın.

Esma Nur Koçak


Yorumlar